Oruç 70 dakika uzun mu tutturuluyor?

Başlatan Mücteba, 02 Ağustos 2013, 11:43:00

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba

Oruç 70 dakika uzun mu tutturuluyor?

Bu memlekette, seneden seneye her Ramazan ayında belli zihniyet tarafından Müslümanların zihinlerini bulandırmak için ne icap ediyorsa eksiksiz yapılır.
Her sene İslâmî bir mesele ortaya atılıp bu vesileyle dînî kitaplarda yazılı gerçeklere uymayan şeyler konuşulur durur. Gaye Müslümanların zihinleri bulandırmak, İslam dini ve İslâmî meseleler hakkında zihinlerde şüpheler doğurmaktır.

Bu iş için bazı mâlum ilâhiyatçılar adeta zaten sıradadır. Bir sene "Türkçe ibâdet yapılır mı yapılmaz mı?" meselesi ortaya atılır, ikinci sene "Teravih namazı aslında 8 rek'attır ama 20 rek'at kıldırıyorlar. Aslında böyle bir namaz bile yoktur" denilir, başka bir sene "Bilmem şu kadar dakika fazla oruç tutturarak insanları boşu boşuna fazladan aç bırakıyorlar" denilir falan.

Şu yok bu yok derken, inşAllah gele gele sonunda İslam dini diye bir din yok demezler.
Ortaya atılan böyle meselelerin bütün Müslümanlar tarafından kabul edilip edilmemesi onlar için pek mühim değildir. İslama pamuk ipliğiyle bağlı olan ve ibâdetlerine pek dikkat etmeyen Müslümanları kandırabilirlerse onlar için kârdır.

Böyle olunca ne oluyor?

Müslümanlar bu konuda üçe ayrılıyorlar. Sayıları az da olsa bazı Müslümanlar onların söylediklerine inanıyor, bir kısmı tereddütte kalıyor, bir kısmı da hiç inanmayıp "Müslümanlık 1400 senedir anlaşılamamış da 14 asır sonra gerçek Müslümanlığı bunlar mı öğretecek!" deyip geçiyor. Geçiyor da halk da bu şekilde parçalara ayrılmış oluyor. Böylece bazı kimseler hedeflerine ulaşmış oluyorlar.
Ama onlar için yine de durmak yok, kandırmaya devam. "Türkçe ibâdet" tutmazsa "Teravih" meselesini o da tutmazsa "Fazladan oruç" meselesini ortaya atıyorlar.

"Orucu uzun tutturma" meselesi ilk defa 2011 senesinin Ramazan ayında ortaya atılmıştı, 2012'de tekrar ele alındı. Bunu ortaya atan, İstanbul İlâhiyat Fakültesi Profesörlerinden Abdülaziz Bayındır, ona destek olanlar da Ali Rıza Demircan ve Süleyman Ateş gibi kimseler. Televizyon kanalları da işin körükçüleri.

Bir zamanlar Ankara İlahiyat'ın profesörlerinden Hüseyin Atay, "Güneş doğana kadar sahur yemeği yenilir" diyordu. Bay Bayındır ondan insaflı çıktı. O, güneş doğmadan biraz önce yeyip içmeyi kestiriyor. Ama o da, "Müslümanlara 70 dakika daha uzun oruç tutturuyorlar" diyor.

İMSAKTAN SONRA 70 DAKİKA DAHA YENİLİR İÇİLİRMİŞ...

Peki Bayındır'a göre doğrusu neymiş?
İmsaktan sonra 70 dakika daha yenilip içilebilirmiş. Kendisi zaten senelerdir böyle yapıyormuş.
Öyleyse buyursun 70 dakika daha yani ortalık ağarana kadar yeyip içsin diyelim ama bununla yetinmiyor. Kendisi zaten böyle yapmakla beraber, halkın da kendisi gibi yapmasını istiyor.
Ama bu böyyük İlahiyat profesörü bir taktik hatası yaptı. Biraz acele etti. Oysa bizim dilimize düşmemek için, hiçbir kitaba uymayan böyle sözleri söylemeden önce, kendi içinde şöööyle bir ölçüp biçip ondan sonra konuşmalıydı?
Böyle yapmayıp acele ettiği için ne yazık ki mahcup olacak.

Kendisine sorsanız, "Mahcup olacak ne yaptım ki? Benim ortaya attığım ilmî bir meseledir" diyecek.
Biz de ona diyoruz ki, "Madem ortada böyle mühim bir mesele vardı da senelerdir niye beklediniz?"
Biraz temkinli olsaydınız da biz de size müslümanların önünde, oruç ayında güpegündüz mahcûbiyet şerbeti içirmeye mecbur olmasaydık olmaz mıydı?

Ama mecburuz, çünkü siz bu mahcûbiyeti yaşamayı fazlasıyla hak ettiniz.
Öyleyse mahcûbiyet başlıyor.
Sayın profesöre soralım:
2011'de siz de destekçiniz Ali Rıza Demircan da orucun 55 dakika uzun tutturulduğunu söylüyordunuz.

2012'de ne oldu da bu fark birden 70 dakikaya çıktı?
70 dakikayı ne zaman 90 dakikaya çıkaracaksınız?
Sonunda, güneş doğana kadar da yenilip içilebilir de diyecek misiniz?

Mîrim siz tutarsızlık kumkuması mısınız?
İmsak meselesini tesbit etmek için hani taa Rusyalara gittiğinizi, bilmem nerelerde gözlem yaptığınızı söylüyordunuz. Bu sözde gözlemlerinizin neticesinde, hani orucun kaç dakika uzun tutturulduğunu ilmen tespit etmiştiniz? 2011 ile 2012 arasında yani sadece bir senede nasıl oluyor da 15 dakikalık yanlış yapıyorsunuz?
Demek ki, sizin ilminizin de gözlemlerinizin de geçerliliği bu kadarcıkmış.
Söyler misiniz, nedir bu bir sene önce 55 dakika bir sene sonra 70 dakika meselesi?
Biz bu 15 dakikalık tutarsızlıktan dolayı mahcup olacağınızı düşünüyoruz da, siz içinizden hiç mahcûbiyet hissi duyuyor musunuz?

İSLÂMÎ MESELELER 1986'DAN 2012'YE KADAR DEĞİŞİYOR MU?..

Siz bir zamanlar İstanbul Müftülüğü Fetva makamında idiniz. O zaman sorulan sorulara, henüz Arapça kitaplardan cevap veremiyor, Ömer Nasuhi Bilmen'in Türkçe Büyük İslam İlmihali'ne bakarak cevaplar veriyordunuz. Şimdi kalkmış o zaman verdiğiniz cevaplara taban tabana zıt şeyler söylüyorsunuz.

İleride şimdi söylediklerinizden de vaz geçmeyeceğinizin garantisi ne?
Bugün ak dediğinize yarın kara demekte hiç mi hiç mahzur görmüyorsunuz mâşAllah.
Bitmedi...

55 ve 70 dakika mahcûbiyetinden başka mahcûbiyetleriniz de var.
Sayın Bayındır! 26 sene önce yazdığınız bir meselenin şimdi tam tersini basbayağı söyleyebiliyor, üstelik söylerken hiç de kekelemiyorsunuz.

Korkarım şimdi benden bunun bir de pişkin pişkin isbatını ister, "26 sene ne demişim ki şimdi onun tersini söylemiş olayım?" dersiniz. Öyleyse buyurun:
1986 senesinde Altınoluk Dergisi'ne yazdığınız bir yazıda, Oruçla İlgili Bazı Fıkhî Hükümler başlığı altında bakın neler yazıyordunuz. İşte yazdıklarınız:

"ORUÇ TUTAMAYACAK OLANLAR

A) Âdetli ve loğusa olanlar
Bir kadın Ramazanda gündüzün âdet görmeye başlasa veya çocuk doğursa, orucu bozulmuş olur. Artık âdet ve lohusalık günlerinde oruç tutması câiz olmaz."
Kaynak: Altınoluk Dergisi, sene 1986 Mayısı, sayı 003, sayfa: 021.
Bu satırlar size aittir Sayın Abdülaziz Bey. Üstelik bunu acemiliğinizde değil profesörken yazmışsınız.
Tekrar edelim, yazdığınız işte şu:
"Kadının... âdet ve lohusalık günlerinde oruç tutması câiz olmaz."

Yazdığınız doğru olmaya doğru da şimdi kalkmış bu doğrunun tam tersini söylüyor yani yanlış konuşuyorsunuz. Üstüne üstlük, âdetli kadınların oruç tutmalarının câiz olmadığını söyleyenleri yani sizin o zaman yazdığınız doğruları söyleyenleri şu sözlerle bugün rahatça suçlayabiliyorsunuz:
"Âdetli kadın için ne deniyor? Ramazanda oruç tutmak haramdır.

Sen Allah'ın emrettiği zamanda kadına diyorsun ki oruç tutman haramdır.
Görüyor musunuz bozulmaları? Helali haramı koyan kimdir? Allah Teâlâ.

Peki Peygamberimiz'in böyle bir sözü var mı?"
İşte bu sözler de size ait Bay Bayındır...
Biz de size şunları soralım:
Siz, bir o yana bir bu yana dönen rüzgâr gülü müsünüz?

İslam fıkhı 1986'da başka, 2012'de başka mıdır ki 1986'da yazdığınızı 2012'de reddediyorsunuz ?
Fıkhî hükümler her 26 senede bir değişiyor mu?
Yoksa değişen İslâmî meseleler değil de siz misiniz?
"Âdetli kadın için... Ramazanda oruç tutmak haramdır diyorsun" diyerek, doğru fıkıh bilgisi verenleri suçlayan siz 1986'da aynı şeyi söylüyordunuz ama.
Soru:
1986'da hidâyetteydiniz de şimdi mi dalâlete düştünüz, yoksa o zaman dalâletteydiniz de şimdi mi hidâyete erdiniz?

ŞÖYLE SÖYLERSENİZ HAKLISINIZ...

Siz de bana şöyle cevap verirseniz haklısınız:
"Ali Bey! Siz hangi 26 seneden bahsediyorsunuz? Değil 26 sene, İslâmî meseleler seneden seneye bile değişir. Baksana, ben geçen sene orucun 55 dakika daha uzun tutturulduğunu söylüyordum, bu sene 70 dakika diyorum. Görmüyor musunuz değişikliği? Seneler geçtikçe daha neler söyleyeceğimi göreceksiniz."
İşte bu söze "Pes artık" demekten başka çaremiz yok.

Yok ama devirdiğiniz çamların da sonu gelmiyor ki...
Size göre Hanefî âlimleri de Şâfiî âlimleri de yanılıyor. Tek doğru sizin sözlerinizde. Meselâ, "Hanefi mezhebinde olan bir kimsenin bir yeri kanasa abdesti bozulmaz" diyorsunuz. Hanefi fıkhını kabul etmemekle kalmıyor, hızınızı alamayıp "Şâfiî mezhebinde olan birisinin de kadına dokunmakla abdestinin bozulmayacağını" söyleyerek İmam Şâfiî Hazretleri'ni de reddediyorsunuz.
Yine bununla da kalmayarak, "Mukallidin mezhebi olmaz" diyerek insanları mezhepsizliğe yönlendiriyorsunuz.

Ey eşi menendi bulunmaz âlim zat!

Bırakın başkalarının mezhepli olup olmadıklarını da lütfen söyleyin bana:
Siz kendiniz nesiniz? Mukallit misiniz, müctehid mi?
Bir mezhebe mensup musunuz yoksa mezhepsiz misiniz?

İnsanları ibâdete teşvik ettiğinize hiç şahit olmadık ama namaz kılmalarına pekâlâ engel oluyorsunuz. Peygamberimiz, amcası Hazreti Abbas'a tesbih namazı kılmayı tavsiye ettiği halde, tesbih namazının aslı astarı olmadığını, hadislerde tesbih namazından bahsedilmediğini ve bu namazın kılınmasına ihtiyaç olmadığını rahatça söyleyebiliyorsunuz.

İsrâ sûresinin ilk âyetinde, Peygamberimiz'in Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğü açıkça beyan edildiği halde, "Bunun aslı astarı yok, doğrudan 7. kat semaya çıkmıştır" diyerek Peygamberimiz'in Kudüs'e götürülmediğini söylemeniz ve Mirac yolculuğunu anlatan hadis-i şerefleri bir çırpıda inkâr etmeniz de gerçekten insanın ağzını hayretten açık bırakıyor.

ESAS MESELEYE DÖNELİM...

Değerli okuyucu! Ben esasen konuyu güneşin doğuş ve batışına yani 55 veya 70 dakika meselesine getirmek istiyorum.

63 sene önce 1949'da da Ramazan ayı sıcak günlere denk gelmişti. Geceler kısa olduğundan teravihten sonra uyunacak vakit az olup sabah işe gitmek zor olduğundan, halk, (imsak vaktinin biraz sonraya değil de) yatsı vaktinin biraz önceye alınıp alınamayacağı hakkında sorular soruyordu.
O zaman Diyanet İşleri Başkanlığı bu meseleyi ilmî bir şekilde ele almıştı. O çalışmanın bir özetini sunmak istiyorum.

O zaman şunlar sorulmuştu:
1- Yatsı namazı biraz önceye alınamaz mı?


Cevap:

İmsak ve namaz vakitleri güneşin doğuş ve batışına göre tesbit edilir. Meselâ gündüz aydınlığının son buluşu ile yatsı, başlayışı ile sabah, güneşin yükselmesinin son bulup batıya yönelmesiyle öğle, ayakta dimdik duran adamın gölgesinin öğledeki gölgesinden kendi boyunun bir veya iki misli uzamasıyla ikindi, (asrı evvel ve sâni) vakitleri girer. Peygamberimiz zamanında namaz vakitleri böyle basitçe bir gözlemle takdir edilirdi.

Yatsı vaktinin ayrıntılarına gelince:
Kur'anı Kerim'de «Gece girdiği vakitte namaz kılınız» buyrulmuşsa da bu ifade açık değildir. Bu kapalılığı Peygamberimiz iki defa olarak şöyle izah buyurmuşlardır:

"Şafak kırmızılıktır; kaybolunca yatsı namazı kılınır».
Bu hadis-i şerife, Dârü Kutnî hadisi denir.
Diğeri de beş vaktin başlangıç ve bitimini bildiren hadistir ki yatsıya ait olan kısmı şöyledir:
«Yatsının başlangıcı ufuk kaybolduğu vakittir».
(Ayrı bir nakilde «Ufuk siyahlandığı vakittir» şeklindedir ki evvelkinin aynısıdır).
Bu hadis-i şerife de A'meş hadisi denir.
Güneşin batmasından sonra batı ufkunda gökyüzünün açık olduğu yerlerde bir kırmızılık meydana gelir. Bu renk yavaş yavaş zayıflar, incelir, bir an gelir ki fark edilmez olur. Arkasından hafif sarımsı bir renkten sonra gayet hafif bir beyazlık olur ve onun sonunda koyu bir siyahlık çöker.

İCTİHADLAR NE YÖNDE?..

İmam Mâlik, İmam Şafiî, İmam Ahmed b. Hanbel, Davud-i Zahirî ve İmameyn (İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed)in ictihadlarında yatsı vaktinin girişi, Dârü Kutnî hadisine yani batıda kırmızılığın kaybolmasına göredir.
Hanefî imamlarının çoğu bu görüştedir. Işâ-i evvel / ilk yatsı dediğimiz vakit, bu ictihada göre olan yatsı vaktidir.
İmam-ı A'zam ve İmam Züfer'in ictihadı ise A'meş hadisi üzerinedir.
Hanefî âlimlerinden yine birçok âlim ve müteahhirîn âlimlerinden İbni Nüceym, bu ictihad üzerine fetva vermiş, Osmanlı fıkıh âlimlerinden birçokları da yine bu ictihadı benimsemişlerdir.
Bu ictihada göre, ufuktaki kırmızılık kaybolunca ışâ-i sani / ikinci yatsı vakti de girmiş olur.
Memleketimizde, öteden beri halka kolaylık olmak üzere imameynin ictihadi kabul edilmiş ve vaktin girdiğini ilân eden ezanlar ışâ-i evvele göre okunagelmiştir.

SORUNUN CEVABI...

Şimdi yukarıdaki 1 numaralı sorunun cevabına geçebiliriz.

"Yatsı vaktini biraz önceye alamaz mıyız?" demek, ya "Yatsı vaktini kırmızılığın kaybolmasından önceye alamaz mıyız yani vakit girmeden girdi kabul edemez miyiz?" demektir yahut kırmızılığın kaybolmasını hesap eden ilim adamlarının hesap usullerinde şüphe etmek demektir.
(Biz de, Abdülaziz Bayındır'ın iddiasına ve bu iddiaya uyan Ali Rıza Demircan'a şöyle diyoruz:
Aynen bunun gibi, imsak vaktini 55 veya 70 dakika daha uzatmalıyız demek, gece bittiği halde sahur yemeği yemeye devam etmeliyiz demektir)
Yatsı vaktinin biraz önceye alınması isteğinde deniliyor ki:
Yaz günlerinde yatsı, akşam namazından iki saat sonraya kadar gecikiyor. Teravih kılınıp camiden çıkılması ise gece yarısına yaklaşıyor. Böyle olunca sahura kadar iki buçuk saatten fazla uyunulmuyor. Oysa çiftçilerin güneş doğarken tarlada işlerinin başında bulunmaya mecbur olmaları ve beş saat kadar uyku ile yakıcı güneş karşısında oruçlu-oruçlu çalışmaları icap ediyor.
Dinde güçlük değil kolaylık esas olduğundan, bu güçlüğü hafifletmek için yatsının hiç olmazsa akşamdan bir buçuk saat sonra kılınması için dînî ve ilmî bir çözüm aranılmalıdır.

Devamla diyorlar ki:

Memleketin birçok yerlerinde, meselâ Kayseri gibi çok ulemâ yetiştirmiş olan yerlerde yatsı namazı yaz-kış öteden beri akşamdan bir buçuk saat sonra kılınmaktadır. Bunun her halde bir dayanağı vardır.

Cevap:


Buna dînen imkân yoktur. Yatsı vakti ya batıdaki kızıllığın veya ondan on beş yirmi dakika sonra gelen beyazlığın kaybolmasıyla girer. Yatsı vakti zaten kızıllığın kaybolmasına göre kabul edilmiş, dolayısıyla zaten kolaylık üzerine karar alınmıştır.
Yatsı vaktinin kırmızılığın kaybolmasından önce girdiğine dair, Resûlüllah ve sahâbîlere ait herhangi bir söz veya fiil olmadığı gibi, müctehitlere ve fıkıh âlimlerine ait her hangi bir söz veya fiil de yoktur.
Peygamberimiz'in "Kolaylaştırın, güçleştirmeyim" buyurması ise, âyet veya hadisle açıkca bildirilmeyen ictihadî meselelere ve Allah'ın emrini zorlaştıranlara aittir.

GELELİM DİĞER SORUYA..

2- Vakitler Müslümanlığın ilk zamanlarında nasıl tâyin edilirdi?

Hesapla tâyin usulü ne vakit başlamıştır? Din âlimleri hesapla vakit tâyinini uygun bulmuşlar mıdır?
Bir kimse, insanların kullandığı vakte uymayıp da Peygamberimiz zamanında yapıldığı gibi vakti kendi ictihad ve araştırmasıyla hesaplayıp ona göre hareket etse caiz olur mu?

Cevap:

Asr-ı Saadette ve Hicrî ikinci ve üçüncü asrın ilk yarısına kadar, her yerde bütün namaz vakitleri gibi yatsı da müşâhede ve tahminle takdir edilirdi. Bu konuda müezzinlerin tecrübesi olduğundan, Müslümanlar ezanın okunmasıyla vaktin girmiş olduğuna itimat ederler, mescit bulunmayan yerlerde de mecbûren tahminlerine göre namazlarını kılarlardı.

Bugün vaktin doğru tespit edilebilmesi için şu şartlar bulunmalıdır:
a- Hava gayet berrak olmalı.
b- Bulunulan yerin rakımı yüksek olmalı.
c- Havasının rutubet derecesi düşük olmalı.
d- Bilhassa iklimi kara iklimi olmalı.
e- Hava rüzgârlı olmamalı.
f- Kişinin gözü kuvvetli olmalı.
Bu şartlar bulunmalı ki bilhassa yatsı ve imsak vakitleri doğruya en yakın bir şekilde takdir edilebilsin.
Bu şartları bilmeden hatta hiç birini ele almadan, fıkhî derinliğe sahip olmayan kimseleri yüksekçe bir yere toplayıp, "Bakın, bakın! Doğuda hiç aydınlık var mı?" diyerek, müslümanları imsaktan 70 dakika sonraya kadar sahur yemeği yemeye davet eden Abdülaziz Bayındır'ın, İslâmî meselelerde ne kadar hassas(!) olduğunu varın siz hesap edin.

Biz esas meselemize gelelim.
Vakitler, Hicrî üçüncü asra kadar yukarıda anlatıldığı şekilde araştırılıp takdir ediliyordu.
Öte taraftan, Bağdat merkez olmak üzere bütün Müslümanlar arasında ikinci asrın ortalarında astronomi ve hesap ilmi yayılmaya başlamış, yetişen âlimler açtıkları rasathanelerde namaz vakitlerini daha net olarak tesbite girişmişler ve araştırmaya ilmî bir şekil vermişlerdir.

Bu rasathaneler yukarıdaki şartlara sahip olduğu gibi bu işle meşgul olan âlimler de gerekli şartlara sahip bulunuyorlardı. Bu ilim sahipleri, senenin değişik zamanlarında yaptıkları gözlemlerle hâdiseleri sabit bir hesaba bağlamağa çalışmışlardır.

17 ilâ 19 DERECE...

Değişik yerlerde uzun müddet yapılan araştırmalar neticesinde, her yerde ve her zamanda, güneşin battığı yerdeki kızarıklığın kaybolmasının, güneşin ufkun altında on yedi derece inişinde olduğunu tespit etmişlerdir.

Şafaktaki beyazlığın kaybolmasıyla, İMSAK VAKTİ OLAN FECRİN DOĞMASININ YANİ TAN YERİNİN AĞARMASININ İSE ONDOKUZ DERECEDE MEYDANA GELDİĞİNİ TESPİT ETMİŞLERDİR.

Sonra gelen rasat âlimleri de bu tespiti tasdik edip üzerinde israrla durarak 17 ve 19 dereceler üzerinde fikir birliğine varmışlardır.
Bu mesele bugünkü imkânlarla daha doğru ve daha sıhhatli olarak tetkik edilebilirse de İstanbul ufkunda aranılan şartlar bulunmadığından Kandilli Rasathanesinde maalesef bu hususta hiçbir tetkik yapılmamıştır.

Değerli okuyucu!

Abdülaziz Bayındır'ın kulakları çınlasın, bu sözler bana ait değil, eski Kandilli Rasathane Müdürü Prof. Fatin Gökmen'e aittir.
Fatin Gökmen devam ediyor:
Bugünkü hey'et, şafak ve fecir hâdiselerinin her ikisini birden 18 derece üzerine tesbit eylemektedir.

Değerli okuyucu!

Dikkatinizi çekerim. Fatin Bey birkaç satır yukarıda 17 ve 19 derecelerden bahsediyordu. Burada da 18 derece diyor... Yani tam bir denge vaziyeti...
Yoksa Abdülaziz Bayırdır gibi bu dereceyi indirdikçe indirip de imsaktan sonra 70 dakika daha yeyip-içebilirsiniz diyerek milletin orucunu ifsat etmiyordu.
Söz yine Fatin Gökmen'de:

Namaz vakitleri, memleket ve mevsimlere göre hesapla tâyin edilmeğe ve büyük ihtimalle Halife Me'mun zamanından sonra Bağdat'ta ezanların buna göre okunmasına başlanılmıştır. Yine o zamanlarda büyük camiler için vakitleri hesaplamakla vazifeli vakit uzmanlığı müessesesi tesis edilmiştir.
Daha sonralar bilhassa memleketimizde rubu' tahtası kullanılmağa başlanmış, yazma Müneccimbaşı takvimleriyle ve ruznâme/günlük denilen tomar şeklindeki yüz senelik takvimlerle bildirilmeye devam edilegelmiştir.
Namaz vakitlerinin geçirdiği safhalar özetle böyledir.

***

Takvimlerdeki namaz vakitleri hesapla yani ilmî delillere dayanarak hesap ediliyor. Şahsî araştırmada ise en azından zan ve şüphe vardır. Bu iki delil karşılaşınca elbette ki ilmî delil tercih edilir.
Dolayısıyla, bir kimse takvimdeki bir vakte zıt olarak kendi araştırmasıyla bulduğu vakti tercih edemez, takvim ile amel etmesi lâzımdır.
Osmanlı zamanında Meşihate bağlı bir Başmüneccimlik vazifesi vardı. Her sene resmî bir takvim neşreder, diğer takvim çıkaranlar namaz vakitlerini ya doğru olarak hesap ederler veya ona uyarlardı.

Değerli okuyucu!


Bu makalemizde verdiğimiz teknik bilgilerin kaynağı, bu konuda söz söylemeye ehliyetli olan eski Konya Milletvekili ve eski Rasathane Müdürü Prof. Fatin Gökmen'in, Sebilürreşad Dergisi 3. cild 61. sayısındaki Namaz vakitleri hakkında sorulan suallere cevap başlıklı makalesidir...

"Allah Teâlâ Geleceği Bilmez mi?"

Kendi içinde de tutarlı olmayan ve orucun kâh 55 dakika kâh 70 dakika fazla tutulduğunu söyleyen Abdülaziz Bayındır, Hazreti Allah hakkında bile insanı dehşete düşüren şeyler söylemekten çekinmiyor. Sayın Ebûbekir Sifil, "Allah Teâlâ Geleceği Bilmez mi?" başlıklı yazısında Abdülaziz Bayındır'ın o sözlerinden bahsediyor. Ehemmiyetine binaen, Sayın Sifil'in yazısını iktibas ediyoruz. O yazı şöyle:

"İlk duyduğumda inanmadım. Çünkü, "Bu kadarı olmaz" dedirten bir iddiaydı duyduğum. Sonra arkadaşlar internetteki bir ses kaydını dinlettiler. Evet; duyduğum doğruymuş: Abdülaziz Bayındır, kendisine telefonda, "Allah benim kiminle evleneceğimi bilmez mi? Sizin böyle bir şey söylediğinizi duyduk" diye soran kişiye, "Ben demiyorum; Allah diyor" diye mukabele ediyor ve devam ediyor:

"Allah Teala önceden kararlaştırmışsa sana emreder mi, şununla evlen, bununla evlenme diye?"
Sonra telefondaki ses, "Biz imamlarımızın bunun aksini söylediğini biliyorduk" gibi bir şey söyleyince şöyle mukabele ediyor: "İmamlarını boş verin kardeşim. Onların Kur'an-ı Kerim'le alâkaları yoktur zaten."

Böyle diyor İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Abdülaziz Bayındır!
Bu adam çocuklarınıza din öğretiyor, fıkıh öğretiyor, hatta Kur'an'ı tefsir ediyor!

Bu kaydı dinledikten sonra internette küçük bir araştırma yaptım. Meğer Abdülaziz Bayındır bunları birkaç seneden beri söylüyormuş! Bu konuda birkaç videosunu da izledim. Videolardan birinde, Kur'an'da geçen "şâe" fiilinin (Vemâ teşâûne illâ en yeşâallâhu Rabbu'l-âlemîn ayetinde ve benzerlerinde geçiyor) Emevîler ve onlardan sonra gelenler tarafından anlam kaymasına uğratıldığını söylüyor!
Bir gecemi heba ettim Abdülaziz Bayındır'ın videolarını izleyeceğim diye.

Hâsılası şu: Abdülaziz Bayındır size diyor ki: Bu ümmet, Allah'ın dinini tahrif etmek için yapılabilecek her şeyi yapmış: Başta Kur'an olmak üzere eline geçirdiği her şeyi alt üst etmiş. Sözlükleri bile tahrif etmiş bir ümmetle karşı karşıyayız. Hadisler, Fıkıh, Tefsir, Tasavvuf... "Din" denince aklınıza gelen her ne varsa dejenere edilmiş, bozulmuş, aslından uzaklaştırılmış.

Allah size Abdülaziz Bayındır'ı göndermeseymiş haliniz harapmış yani!

(Değerli okuyucu! Önceki sahifelerde Mustafa İslamoğlu'nun da aynı iddialarda bulunduğunu okudunuz. Hacı hacıyı bulur Mekke'de, derviş dervişi bulur tekkede misali, İslamoğlu-Bayındır ikilisi de aynı televizyon kanalında Müslümanlara aynı şeyleri söylüyorlar, aynı yerlere getirmek istiyorlar. A.E.)
İşin şakası bir yana, tam bir "patolojik vaka" ile karşı karşıyayız. Böyle bir zihin ve ruh durumundaki birinin sadece başkalarına değil, kendine de zarar verebileceğini gözden ırak tutmamalı.
Abdülaziz Bayındır, kullarının ne yapacağından habersiz bir tanrıya inanıyor!

Abdülaziz Bayındır yarın ne yapacağını biliyor, ama tanrısı bilmiyor!

Abdülaziz Bayındır'ın tanrısı, yapacaklarını "takdir" etmekten aciz; o, "karar veren" bir tanrı. Malumdur ki her "karar"ın öncesinde bir "kararsızlık" süreci vardır. O mu olsun, bu mu olsun der, sonra seçeneklerden birine karar verirsiniz. İşte Abdülaziz Bayındır'ın tanrısı da tam böyle yapıyor!
Abdülaziz Bayındır diyor ki: "Allah Teala senin kiminle evleneceğini bilse, şununla evlen, bununla evlenme der mi?"

Abdülaziz Bayındır'ın, bu algı durumuyla Allah Teala'nın "ilmi" ile "meşîeti", "halk"ı ve "rızası" arasındaki ilişkiye dair sağlıklı bir şeyler söylemesini beklemek elbette beyhude. "Benim bu konuda bir şeyler söyleyecek kadar müktesebatım yok" deme erdemini göstermesini beklemek de öyle. Ama kendisini zorlayarak da olsa, üzerinde yetiştiği ilim zeminine en azından bir müsteşrik kadar saygılı davranmasını beklemek, kendisini izleyenlerin en tabii hakkıdır!

Sözün kısası, ulemamızın "şehvetu'z-zuhûr" dediği psikoloji, ahir zamanda pek çok kimsenin benliğini esir almış durumda. Bir insan kendisini, ulemaya muhalefet edecek yetkinlikte görebilir; onların verdiği hükümleri tartışma mevkiinde olduğunu düşünebilir. Bu başka şeydir; ait olduğu tarihi, medeniyeti, müktesebâtı, züccaciye dükkânına girmiş fil gibi tahrif etmeye, kırıp dökmeye yeltenmek başka şeydir.

Bu ümmetin ilmî müktesebatı Abdülaziz Bayındır gibilerinin ifrâzâtlarıyla yıkılacak olsaydı, müsteşriklerin yüzlerce yıllık çabası arzu ettikleri neticeyi verirdi. O müktesebât adına değil, ama Abdülaziz Bayındır'ın bu kör gidişle kafasını nereye çarpacağı konusunda endişe edilse yeridir..."


Ali EREN | 02.08.2013 08:56 | www.haberkita.com