Son İletiler

Sayfa: [1] 2 3 ... 10
1
Rastgele bir yola girip ilerleyen, hedefine ulaşamayıp kaybolur gider. Bunun olmaması için hedef olan yola girilip ilerlenmelidir. Mesala Istanbul şehrinde yaşadığınızı düşünün, oradan bir yere ulaşmak istiyorsunuz, o zaman hedef noktasına doğru olan yolda olmalısınız. Fatih'ten, Eyüp'e ulaşmak için, Fatih'ten Eyüp'e giden yola girlilir. Rastgele bir yola girip ilerlerseniz, boşa gider zaman ve siz ve kaybolursunuz muhtemelen. Burada anlatmak istediğim, kendi hedeflediğiniz her şey, hedefe ulaştıran yolla ancak elde edilir. Bunun dışında birde seçimlerimize dikkat etmek gerekir. Mesela her ilahiyat kitabı okuyan, ilahiyatçı olamaz. Her bilim kitabı okuyan bilim adamı olamaz. Her hukuk kitabı okuyan hukukçu olamaz. Hem yol doğru olmalı hem seçimler.
2
FIKIH VE İTİKAD / Ynt: DÖRT HAK MEZHEP (AMELDE)
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com Dün, 16:59:58 »
Ehl-i Sünnet’in Amelde İmamları:

Birincisi: Hanefi imamının ismi şerifi, İmam-ı Âzam Ebû Hanife Nûman b. Sâbit’tir. Hicri 80 tarihinde Kûfe’de doğmuş, 150 tarihinde Bağdat’ta vefât etmiştir. İmam-ı Âzam’ın dedeleri, İran’ın Fâris denilen şehrindendir. Babası Sâbit, Kûfe’de İmam-ı Ali Kerremallâhu veche’ye hizmet etmiş ve nesli hakkında onun duâsını almıştır. İmam-ı Âzam’ın babası Sâbit vefat edince, annesi İmam Câferi Sâdık ile evlenmiş, İmam-ı Âzam da bu mübârek zâtın yanında yetişmiştir.

İmam-ı Âzam, ilimde Tabiin’in büyüklerinden olup, Ashâb-ı Kirâm’dan Enes b. Mâlik Radiyallâhu anhu’yu ve daha üç veya yedisini görmüş ve bunlardan Hadis-i Şerifler öğrenmiştir.

İmam-ı Âzam, bütün Ehl-i Sünnet tarafından yüceltilen dört büyük müçtehidin birincisidir. ″İmam-ı Âzam (en büyük imam)″ denilince yalnız kendisi hatıra gelir.

Onun hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَوْ كَانَ الدِّينُ عِنْدَ الثُّرَيَّا لَذَهَبَ بِهِ رَجُلٌ مِنْ فَارِسَ أَوْ قَالَ مِنْ أَبْنَاءِ فَارِسَ حَتَّى يَتَنَاوَلَهُ. (م حم عن ابى هريرة)

″Eğer din Süreyya yıldızına gitmiş olsa bile, Farslardan bir kimse veya Fârisoğullarından birisi muhakkak ona gider ve onu uzanıp alır.″[1]

Şâfii âlimlerinden olan İmam Suyûti Hazretleri şöyle buyurmuştur: ″Bu Hadis-i Şerif’in, İmam-ı Âzam’ı gösterdiği söz birliği ile bildirilmiştir.″ Nu’man Alûsi de, bu Hadis-i Şerif’in, Ebû Hanife’yi gösterdiğini, dedesinin Fâris soyundan olduğunu yazmaktadır.[2]

İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri hakkında İbn-i Hacer-i Mekkî Hazretlerinin ″Hayrât-ül-Hisân″ kitabında naklettiği bir Hadis-i Şerif’te de Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

تُرْفَعُ زِينَةُ الدُّنْيَا سَنَةَ خَمْسِينَ وَمِائَةَ

″Dünyânın ziyneti 150. senesinde kaldırılır.″ Büyük fıkıh âlimi Şemsü’l-Eimme Abdülgaffar Kerderî der ki: ″Bu Hadis-i Şerif’in, İmam-ı Âzam Ebû Hanife’yi bildirdiği açıktır. Çünkü o, hicri 150 yılında vefât etmiştir.″

Yine İmam-ı Âzam Ebû Hanife hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’den şöyle rivâyet olunmuştur:

إنَّ آدَمَ افْتَخَرَ بِي وَأَنَا أَفْتَخِرُ بِرَجُلٍ مِنْ أُمَّتِي اسْمُهُ نُعْمَانُ وَكُنْيَتُهُ أَبُو حَنِيفَةَ هُوَ سِرَاجُ أُمَّتِي

″Şüphesiz Âdem benimle iftihar etmiştir. Ben de ümmetimden ismi Numan, künyesi Ebû Hanife olan bir zatla iftihar edeceğim. O ümmetimin kandilidir.″[3]

إنَّ سَائِرَ الْأَنْبِيَاءِ يَفْتَخِرُونَ بِي وَأَنَا أَفْتَخِرُ بِأَبِي حَنِيفَةَ مَنْ أَحَبَّهُ فَقَدْ أَحَبَّنِي وَمَنْ أَبْغَضَهُ فَقَدْ أَبْغَضَنِي

″Sâir (diğer) Peygamberler benimle iftihar edecekler. Ben de Ebû Hanife ile iftihar edeceğim. Her kim onu severse beni sevmiş, her kim de ona buğzederse bana buğzetmiş olur.″[4]

Ebu’l-Leys’in ″Mukaddime″si şerhi ″Takdime″de böyle denilmek-tedir. ″ez-Ziyaü’l-Ma’nevî″ adlı eserde şöyle deniliyor: İbni’l-Cevzî’nin bu hadis hakkında ″Uydurmadır″ demesi bir taassubdur. Çünkü hadis muhtemel yollardan rivâyet olmuştur.

Yine İbrâhim Nadrî, Muhammed İbn-i Ebû Nu’aym’dan şöyle rivâyet eder: İmam-ı Âzam rüyâsında Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Kabr-i Saadet’lerini açıp, mübârek vücudunu kucaklayıp göğsüne götürür. Bu rüyâdan korkup İbn-i Sîrîn’in[5] huzuruna varıp rüyâsını ona arzeyler. Bunun üzerine İbn-i Sîrîn şöyle der: ″Bu rüyâyı gören sen değilsin. Belki bunun sahibi Ebû Hanife’dir.″ İmam: ″Ebû Hanife benim″ dedi. İbn-i Sîrîn’de: ″Sırtını aç göreyim″ dedi. İmam sırtını açınca, İbn-i Sîrîn bakıp iki omuzu arasında bir ben gördü ve şöyle dedi: ″Sen o kişisin ki Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem senin hakkında şöyle buyurmuştur:

يَخْرُجُفِيأُمَّتِي رَجُلٌ يُقَالُ لَهُأَبُو حَنِيفَةَبَيْنَ كَتَفَيْهِ خَالٌ يُحْيِي دِينَ اللّٰهِ تَعَالَى وَسُنَّتِى عَلَى يَدَيْهِ

″Ümmetimden bir adam çıkacak ki, ona Ebû Hanife denir. İki omuzu arasında bir ben vardır, Allah’ın dinini ve benim sünnetimi diriltecektir.″[6]

İmam-ı Âzam Ebû Hanife hakkında onun geleceğini bildiren daha başka nakiller de vardır. Taşköprüzâde, bütün bu hadisleri naklettikten sonra şöyle demektedir: Her ne kadar bâzıları zayıf, rivâyetler ihtilaflı da olsa, zikredilen rivâyetlerle İmam-ı Âzam Ebû Hanife’nin üç sıfatla vasıflandırılmasında ittifak vardır. Bu sıfatlar da, ″Sirâci’l-Ümme (ümmetin kandili)″, ″Muhyi’ş-Şeria (şeriatı ihyâ edici)″, ″Sabıkı Zımenih (zamanın sâbıkı, öncüsü)″dür.

Yine Zâhid Sirâci, İmam Nadrî’den, o da Hezhaz’dan şöyle rivâyet etti: İmam-ı Hammad Radiyallâhu anhu’nun yanındayken Ebû Hanife Radiyallâhu anhu geldi. Hammad Radiyallâhu anhu şöyle dedi: ″Sen İbrâhim en-Nehâî’nin bize haber verdiği Nûman’sın. O şöyle demişti: ″Allah’u Teâlâ onun yoluna ve ihyâ ettiklerine zeval vermesin, adı Nûman, künyesi Ebû Hanife olan biri gelecektir. O Allah’u Teâlâ’nın ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in şeriatını ihyâ edecek ve İslâm dini bâki kaldıkça ahkâmı bâki kalacak. Kim onun hükümlerine uyarsa helâk olmaz. Yâ Hammâd! Ona kavuşursan benden selâm söyle.″ Bu sözler İbrâhim en-Nehâî’nin kerametlerindendir.[7]

Rivâyet olunur ki: İmam-ı Âzam, (on iki imamdan) Câfer-i Sâdık Radiyallâhu anhu’nun babası İmam-ı Bâkır Radiyallâhu anhu’nun huzuruna geldi. İmam Bâkır Radiyallâhu anhu, İmam-ı Âzam’ı görünce dedi ki: ″Gönlüme öyle doğuyor ki, sen ceddim Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünneti öldükten sonra onu dirilteceksin. Haksızlığa uğrayan herkese yardım edeceksin, dertlilerin derdine derman olacaksın ve yoldan çıkmışlara doğru yolu göstereceksin. Allah’u Teâlâ sana yardım etsin ve seni bu yolda muvaffak kılsın.″[8]

İmam-ı Âzam Efendimiz, Arap olmayan bir kavimdendi. İslâmiyetin zâfiyete düşüp bâtıl fikirlerin çoğaldığı bir dönemde gelerek, İslâmiyeti tekrar güçlendirip kuvvet kazandırmıştır. Ömrünün on yedi yılını hadis toplayarak geçirmiş ve bu hadislerden edindiği bilgi üzerine de Hanefi Mezhebi’ni kurmuştur. İmam-ı Âzam Efendimizin altmış bin dini meseleye çözüm ürettiği rivâyet edilmiştir. Kendisine tâbi olan Müslümanların, İslâmiyeti Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve Ashâbın yaşadığı gibi yaşamalarına ve bu hâlin kıyâmete kadar da devam etmesine sebep olduğu için Hadis-i Şeriflerde övgüye mazhar olmuştur. İşte İslâm’a yaptığı bu büyük hizmetten dolayı, Mü’minler tarafından gerçek adı Numan olmasına rağmen, İmam-ı Âzam yani en büyük imam diye isimlendirilmiştir. Nitekim yukarıda geçen Hadis-i Şeriflerde bizzat İmam-ı Âzam Efendimizden övgüyle bahsetmektedir ki, hadis âlimleri de bunu doğrulamışlardır.

İmam Şâfii Rahimehullah İmam-ı Âzam hakkında: ″İnsanlar fıkıh ilmi hususunda Ebû Hanife’nin çoluk çocuğudur″ demiştir.[9]

İmam-ı Âzam’ın talebeleri arasında da müçtehitler yetişmiş, fakat hepsi de esas bakımından üstadlarına tâbi olmuş ve Hanefi fukahasından sayılmıştır. Bunların en meşhurları İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer’dir. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e ″İmâmeyn″ denir. Hanefi Mezhebi’nde ihtilaflı meselelerde evvelâ İmam-ı Âzam’ın, sonra İmam Ebû Yusuf’un, sonra İmam Muhammed’in, daha sonra da İmam Züfer’in kavli, içtihadı alınır. Bu bir esastır. Ancak bâzı meseleler müstesnâdır.

İmam-ı Âzam’ın oğlu Hammad babasını şöyle tarif etmiştir: ″Babam uzunca boylu, az esmer, güler yüzlü ve heybetliydi. Boş sözler sarfetmez, ancak bir şeye cevap vermesi gerektiği zaman konuşurdu.″

İmam-ı Âzam, mezhebini Kûfe’de kurdu. Fıkıh ilminde çalışma metodunu şöyle izah eder: ″En başta Kur’ân-ı Kerîm’e dayanırım. Eğer orada aradığım delili bulamazsam Peygamber Efendimizin Hadislerine başvururum. Burada da aradığımı bulamayınca, Sahabilerden istediğimin sözünü alırım. Onların sözünden çıkıp başkalarının dediklerini kabul etmem. Bunların sözlerinde aradığımı bulamayıp başkalarının dediklerine muhtaç olunca içtihadda bulunan diğer kimseler gibi ben de içtihada (delillere dayanarak yeni hükümler çıkarmaya) koyulurum.″[10]

Emevilerin Irak emiri, İbn-i Hübeyre ona Kûfe kadılığını teklif etti. O da reddetti. Buna kızan emir ona hergün on değnek olmak üzere yüz on değnek vurdurdu. O yine reddetti. Bunun üzerine verdiği cezâların İmam-ı Âzam’ı ikna etmediğini gören emir, onu salıverdi. Ahmed b. Hanbel Rahimehullah’a bu hâdise anlatıldığında, İmam-ı Âzam’a acıyarak göz yaşlarını tutamayıp ağladı. Abbâsi devletinin ilk yıllarında halife Mansur onu Bağdat’a çağırdı ve kadılık makamını teklif etti. O yine reddetti. Verdiği değnek cezâları imamı ısrarından vazgeçiremediğini görünce, halife Mansur onu hapse attırdı.[11] Bunun üzerine İmam-ı Âzam Efendimiz çok yaşamayıp vefât etmiştir.

İkincisi: Mâliki imamının ismi şerifi, İmam Mâlik b. Enes’tir. Hicri 93 tarihinde Medine-i Münevvere de doğmuş, 179 tarihinde yine orada vefât etmiştir. İmam-ı Âzam ve İmam Ebû Yusuf ile görüşmüştür. Medine halkının o zamanda en bilgin âlimidir. İslam hukuku tertibine uygun olarak yazdığı ″Kitab’ul-Muvatta″ adlı hadis kitabı meşhurdur.

İmam Şâfii onun hakkında şöyle demiştir: ″Hadis okunan yerde, Mâlik, gökteki yıldız gibidir, ilmi ezberlemekte, anlamakta ve korumakta, hiç kimse, Mâlik gibi olamadı. Mâlik ile Süfyan bin Uyeyne olmasalardı, Hicaz’da ilim kalmazdı.″

Üçüncüsü: Şâfii imamının ismi şerifi, İmam Muhammed b. İdris Şâfii’dir. Hicri 150 tarihinde Şam beldelerinden Gazze’de doğmuş, 204 tarihinde Mısır’da vefât etmiştir. İmam Mâlik ve İmam Muhammed’den ders okumuştur. Mezhebi bir çok ülke yayılmıştır.

Ebû Ubeyd şöyle demiştir: İmam Şâfii’den duydum, buyurdu ki: ″İmam Muhammed’den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşiğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kûfe âlimlerinin çocuk-larıdır. Onlar da Ebû Hanife’nin çocuklarıdır.″

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا تَسُبُّوا قُرَيْشًا فَإِنَّ عَالِمَهَا يَمْلأُ الأَرْضَ عِلْمًا (ط قط في المعرفة عن ابن مسعود)

″Kureyş’e sövmeyin. Zîrâ Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur.″[12]

İslâm âlimleri; ″Bu Hadis-i Şerif, İmam Şâfii’nin geleceğini bildirmiştir″ demişlerdir.

İmam Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah, babasının İmam Şafii’ye çok duâ ettiğini görmüş. Ona sebebini sorunca da; ″Oğlum, İmam Şâfii’nin insanlar arasındaki yeri, gökteki güneş gibidir. O, ruhların şifâsıdır″ demiştir. Bir seferinde de; ″Eline kalem kağıt alan herkesin İmam-ı Şafii’ye şükran borcu vardır″ demiştir.

Dördüncüsü: Hanbeli imamının ismi şerifi, İmam Ahmed b. Hanbel’dir. Hicri 164 tarihinde Bağdat’ta doğmuş, 241 tarihinde yine orada vefât etmiştir. İlk önce İmam-ı Âzam’ın talebesi olan İmam Ebû Yusuf’tan fıkıh ve hadis ilminde ders almıştır. Daha sonra İmam Şâfii’den de ders almıştır. Bağdat âlimlerinden olup büyük müfessir ve hadis âlimidir. 40.000’den fazla hadis içeren ″Müsned″ adlı eseri meşhurdur. İmam Ahmed b. Hanbel, hadis ilminde zamanın en büyük âlimidir. Üç yüz binden fazla Hadis-i Şerif’i senetleriyle birlikte ezbere bilirdi.

İmam Şâfii Hazretleri onun hakkında şöyle buyurmuştur: ″Bağdat’tan ayrıldığım zaman, orada Ahmed bin Hanbel’den daha âlim, daha fakih, haramlardan ve şüphelilerden kaçan kimseyi bırakmadım.″

Dünyânın her tarafında yayılmış olan milyonlarca Müslüman, İslâm tarihinin ilk asırlarından günümüze kadar bu dört büyük müçtehitten birisine tâbi olmuşlardır. Bu dört imam, Müslümanlar için bir rahmeti ilâhiyedir. Bunlar Edille-i Şer’iyye’den dini hükümleri açıklamış ve Müslümanlara takip edecekleri yolu açıkça göstermişlerdir. Bunlardan herhangi birisinin mezhebine uyan bir Müslüman, hak bir mezhebe intisap etmiş, Peygamberimizin ve Ashâbının yolunda bulunmuş olur.

Bu muhterem dört müçtehide ″Eimme-i Erbaa (dört imam)″, İmam-ı Âzam’dan başka üçüne de ″Eimme-i Selâse (üç imam)″ denir. Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri hepsinden râzı olsun. Âmin!

[1] Sahih-i Müslim, Fedâil’üs-Sahâbe 59 (230 Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 7735, 9038.

[2] Burası Ahmed Cevdet Paşa’nın ″Faideli Bilgiler″ adlı eserinden alınmıştır. İmam-ı Âzam ile ilgili geniş bilgi için bakınız: el-Kerderî, Menâkib’ul İmam Ebî Hanife Radiyallâhu anhu, c. 1, s. 54-55.

[3] İbn-i Âbidin, Redd’ül-Muhtar, c. 1, s. 58.

[4] İbn-i Âbidin, Redd’ül-Muhtar, c. 1, s. 58.

[5] İbn-i Sîrîn: Tâbiin’in büyüklerindendir. Otuz kadar Sahabe-i Kirâm ile görüşmüştür.

[6] Muhammed İbn Muhammed el-Kerderî, Menâkib’ul-İmam Ebî Hanife Radiyallâhu anh, c. 1, s. 55.

[7] Muhammed İbn Muhammed el-Kerderî, Menâkib’ul-İmam Ebî Hanife Radiyallâhu anh, c. 1, s. 54.

[8] Muhammed İbn Muhammed el-Kerderî, Menâkib’ul-İmam Ebî Hanife Radiyallâhu anh, c. 1, s. 53.

[9] Nûr’ul-İzah, s. 5.

[10] Nûr’ul-İzah, s. 5.

[11] Nûr’ul-İzah, s. 6.

[12] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 33876.

3
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 18 Eylül 2024, 18:35:44 »
Eğer şerli amelleri bulunursa suallerine cevap veremez. Men Rabbüke ( Rabbin kimdir ) suâline Lâedri ( bilmiyorum ) diye cevap verirse soru soranlar da Lâ dereyte (Sen bilmedin) diye cevap verirler, kabrini daraltırlar. Şöyle ki eğe kemikleri birbirine geçer. Ateşleri ve yılanları üzerine salıverirler. Bunlar tenini yerler. Kemiğinde et bırakmazlar. Gözsüz ve sağır bırakırlar. Melekler gelirler demirden çekiç ile o kimseyi döverler. O kimse o kadar feryâd edip bağırır ki onun avazını ve feryadını kimseler işitmez. Onu kimse de kurtaramaz. Bütün yaratılanlar onun feryadını işitirler. Lâkin insanlar ve cinler de işitmezler.
Aziz kardeşim! Sen dilersen bu kabir azabından emin olabillirsin. Lâkin burada söylenilenlere kulak vermen gerek. Şu dört hususa dikkat et. Bu dört şey herkese gereklidir.
1- Beş vakit namazı vaktinde edâ edesin. Cemaatle kılıp hiç geçirmeyesin.
2- Kur'an-ı Kerim okuyasın.
3- Sadaka veresin.
4- Efendimize (sav) salât-û selâm okuyasın.
Bu dört hususa sadakatla riayet ve devamla beraber şunları da sakınasın:
1- Yalan söylemek.
2- Sidik ve meni damlalarından ve bunların üzerine sıçramasından sakınmak.
3- Emânete riayetle, hıyanet etmemek.
4- Gıybet etmemek.
4
FIKIH VE İTİKAD / Ynt: DÖRT HAK MEZHEP (AMELDE)
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 16 Eylül 2024, 17:41:52 »
Amelde Hak Mezhebler
Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in amelde mezhebi dörttür:

1. Hanefî Mezhebi: Imami, Imâm-i Â'zam Ebû Hanife'dir. Adi Nu'man, babasinin adi Sâbit'tir. Hicrî 80 (M.699) tarihinde Kûfe'de dogmus, 150 (M.767) tarihinde Bagdat'ta vefat etmistir.
2. Mâlikî Mezhebi: Imami, Imam Malikü'bnü Enes'dir. Hicrî 93 (M.711) tarihinde Medîne-i Münevvere'de dogmus ve 179 (M.795) tarihinde yine Medîne-i Münevvere'de vefat etmistir.
3. Sâfiî Mezhebi: Imami, Imam Muhammedü'bnü Idrîs-i Sâfiî'dir. Hicri 150 (M.767) tarihinde Gazze'de dogmus, hicri 204 (M.819) tarihinde Misir'da vefat etmistir.
4. Hanbelî Mezhebi: Imami, Imam Ahmedü'bnü Hanbel'dir. Hicri 164 tarihinde Bagdat'ta dogmus, hicri 240 (M.780-855) tarihinde yine Bagdat'ta vefat etmistir.*
Amelde birer hak mezhep olan yukarida zikrettigimiz bu mübârek imamlarin mezhepleri, Kitap, Sünnet, Icmâ-i ümmet ve Kiyas-i Fukahâ üzerine kurulmustur.
* Peygamberimiz hayatta iken müslümanlar her türlü meselelerini Efendimizden, ondan sonra ise Sahâbe-i Kirâmin büyüklerinden sorup ögreniyorlardi. Mezheb Imamlari diye bilinen bu mübârek zatlar dînî meseleler iSahâbe-i Kirâmdan ögrenmisler ve bunlari bir araya toplamislardir. Âyet, hadis ve sahâbede bulunmayan hususlarda da kendi görüslerini yani ictihadlarini bildirmisler, böylece mezhebler meydana gelmistir.
5
FIKIH VE İTİKAD / DÖRT HAK MEZHEP (AMELDE)
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 16 Eylül 2024, 13:22:11 »
MEZHEP
bir müctehidin dînî kaynaklardan çıkardığı hükümlerin hepsi. Müctehid âlim tarafından, îmânda ve amelde (ibâdetlerde ve işlerde) Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için Müslümanlara gösterilen yol. Bir müctehidin, İslâmiyeti kaynaklardan anlamak ve anlatmak husûsunda tâkib ettiği usûller ve bu usûllere bağlı olarak çıkardığı hükümler. Mezhep, lügatte gitmek, tâkip etmek, gidilen yol mânâlarına gelir. Genel olarak görüş, doktrin, akım mânâlarına da kullanılmıştır.

Mezhep kelimesi, bilhassa günümüzde dînî bir tâbir olarak kullanılmaktadır. Yahûdîlik ve Hıristiyanlık dinlerinde de mezhepler ortaya çıkmıştır. Yahûdîliğin mezhepleri (Sadûkîler, Essenîler, Talmutçular... gibi) kısmen unutulmuş, Hıristiyanlıkta ise her bir mezhep (Katolik, Ortodoks, Protestanlık... gibi) birbirinden tamâmen uzak ayrı dinler hâlini almıştır. Aralarındaki ayrılıklar, birbirleriyle harpler ve katliâmlar yapacak derecede kin ve düşmanlığa dönüşmüştür. Nitekim 24 Ağustos 1572'de, Saint Barthelemy Yortu Gününde, Dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerin'in emriyle Paris ve civârında 60.000 Protestan öldürülmüştür. Hıristiyanlık dünyâsında mezhepler arasında bunun gibi büyük katliâmlar çok olmuştur (Bkz. Hıristiyanlık)

İslâmiyette mezhep: İslâm dîninde, îmân edilecek şeylerde mezheplere ayrılmak yoktur. İslâmiyet, Müslümanlardan Resûlullah efendimizin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamberimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, O'nun bildirdiği gibi inanmış, îtikatta (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı bildirdiler. Onların, Peygambemrimizden naklederek bildirdikleri bu îmâna ?Ehl-i sünnet îtikâdı? denilmiştir. (Bkz. Ehl-i Sünnet) Eshâb-ı kirâm bu îmân bilgilerine, kendi düşüncelerini, felsefecilerin sözlerini, nefsâni arzularını, siyâsî görüşlerini ve buna benzer başka şeyleri; aslâ karıştırmadılar. Eshâb-ı kirâm, hepsinde kemal derecede mevcut bulunan Allahü teâlâyı tenzîh ve takdis etmek, O'nun bildirdiklerini tereddütsüz kabul edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin teviline dalmamak.. gibi vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhâfaza ettiler. İslâmiyetteki îmân esaslarını insanlara, soranlara; sâf; berrâk ve aslı üzere tebliğ ettiler, bildirdiler.

Eshâb-ı kirâmın Resûlullah'tan naklen bildirdikleri bu tebliği olduğu gibi, hiçbir şey eklemeden ve çıkarmadan kabul edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara ?Ehl-i sünnet vel cemâat fırkası?, bu doğru ve asıl (hakîki) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da ?Bid'at fırkaları (dalalet fırkaları, bozuk, sapık yollar? denildi.

İslâmiyette îtikâdî fırkalar (veya mezhepler): İslâmiyet, bütün insanlara yalnız bir tek îmânı ve îtikâdı emretmektedir. Bu îmânın esaslarını ve nasıl îtikâd edileceğini bizzat Muhammed aleyhisselâm tebliğ etmiştir. İnsanlara, kendilerini ve her şeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamberimiz, Allahü teâlâya, O'nun yarattıklarına ve O'nun emir ve yasaklarına îmânın nasıl olacağını da bildirmiştir. Hazret-i Muhammed'e ve O'nun bildirdiklerine temiz, dürüst ve hakîki bir îmân, ancak O'nun bildirdiğini tam ve hiç şüphesiz kabul edip inanmakla mümkün olur. Bu hususta çok az, kıl kadar da olsa bir ayrılığın, O'ndan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin öne sürecekleri dînî, siyâsî, beşerî, içtimâî, fennî vs. gibi sebeplerin ayrılmalarını haklı gösterecek hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü İslâmiyet her ne sûret ve sebeple olursa olsun, îmânda ve îtikâtta ayrılığa aslâ izin vermemekte, yasaklamaktadır.

Eshâb-ı kirâmın îmân ve îtikâtta hiçbir ayrılıkları olmadı. Eshâbdan olmayanlar ve daha sonraki asırlarda gelenler arasında ise zamanla îmânda, îtikâtta bâzı ayrılıklar ortaya çıkarıldı ve bid'at fırkalarının sayısı 72'ye ulaştı. Bu ayrılıkları çıkaranların ve bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini benimseyenlerin ileri sürdükleri sebepler çok çeşitli ve herbirine göre farklı olmakla beraber, esas sebepler; Münâfık ve başka dinden olanların çıkardıkları fitneler, Kur'ân-ı kerîm'in müteşâbih âyetlerini kendi anlayışlarına göre tevil etmeye kalkışmaları, eski Hind ve Yunan felsefesi ile, Mecûsî inançlarının İslâmiyete sokulma çabaları, Eshâb-ı kirâmın maslahata (meseleye) âit konulardaki ictihad ayrılıklarını anlayamama ve bunları kendi nefsânî arzularına, siyâsî maksat ve ihtiraslarına perde veya âlet etme, kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan İslâmiyetin henüz yeni Müslüman olmuş büyük kitlelerce tam anlaşılmadan birtakım insanların eski din ve inançlarına âit bâzı unsurları tamâmen terkedememeleri ve bunları İslâmiyetten sayma yanlışına düşmeleri şeklinde özetlenebilir. Ancak, İslâm târihinde görülen 72 sapık fırkanın ortak vasfı; siyâsî ve dünyevî menfaat ve saiklerle ortaya çıkmış olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur'ân-ı kerîm'deki muhkem ve bilhassa müteşâbih âyet-i kerîmeleri kendi akıllarına göre tefsir yoluna gitmişler, böylece felsefe yaparak ve bu âyetleri, iddiaları istikâmetinde tevil ederek,yorumlayarak kendilerine Kur'ân-ı kerîmden deliller bulduklarını ileri sürmüşlerdir (Bkz. Tefsir). Meselâ, Kur'ân-ı kerîm'de geçen, Allah'ın eli, yüzü, tahtı vb. sıfatlarını gösteren ifâdeleri, kendi düşüncelerine ve konuşma dilindeki mânâlarıyla kabul ederek, Allahü teâlâyı zâtı ve sıfatlarıyla tecsim eden, yâni cisimlendiren ve insan şeklinde düşünen bu sapık fırkalar, Kur'ân-ı kerîm'in doğru mânâsı olan murâd-ı ilâhîyi anlayamamışlar, doğrusunu anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını kabul etmedikleri gibi, ayrıca onlara fikren ve fiilen saldırmışlardır.

İslâmiyette ilk îtikat ayrılıkları, hazret-i Osman'ın şehîd edilmesi hâdisesinden sonra, Abdullah ibni Sebe adındaki münâfık olan bir Yahûdînin ortaya çıkması ile başlamıştır. Müslümanların saf ve berrak îmânlarını bozmak gâyesiyle îtikâttaki birlik ve berâberliklerini parçalamak için çıkarılan ilk fitne hareketi budur. Abdullah İbni Sebe, hazret-i Ali'nin halîfelik meselesini bahâne ederek, Müslümanları bölmek gayretine düştü. Kendisine taraftar toplamak ve onlara görüşlerini kabul ettirmek için, ?hazret-i Ali'nin Peygamber olduğundan, Allahü teâlânın ona hulûl ettiğine? varıncaya kadar pekçok şeyler uydurdu. Bir kısım insanları aldattı. Abdullah ibni Sebe'ye aldananların içinde siyâsî hırs ve gayretle hareket edenler çoktu. Böylece hazret-i Ali taraftarıyız diyerek, İslâm dînine bozuk inançlar karıştırdılar. Zamanla hilâfet, Ali'nin hakkıdır diyen ve bu inanca sâhip olanlara ?Şia? (Şiî) denildi (Bkz. Şiîlik). Şiiler, zamanla başka konularda da Ehl-i sünnetten ayrılıp, kendi içlerinde çeşitli kollara bölündüler.

Hazret-i Ali'nin hilâfeti, hakem tâyini yoluyla hazret-i Muâviye'ye bırakmasını beğenmeyip, hazret-i Ali'ye ve hazret-i Muâviye'ye karşı çıkıp ayrılanlara ise ?Hâricî? ismi verildi (Bkz. Hâriciler). Haricilerden bir kısmı Kur'ân-ı kerîm'in bâzı bölümlerini kabul etmezler. Bir kısmı da sapıklıklarında yeni bir peygamber geleceğine inanacak kadar ileri gitmişlerdir.

Bozuk fırkalardan biri olan Mu'tezile ise, Hasan-ı Basrî'nin derslerinde bulunan Vâsıl bin Atâ tarafından ortaya çıkarılmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimi ve velî bir zât olan Hasan-ı Basrî; ?Büyük günâh işleyen ne mümindir ne de kâfirdir? diyerek Ehl-i sünnetten ayrılan Vâsıl bin Atâ için; ?I'tezele annâ Vâsıl? yâni ?Vâsıl bizden ayrıldı.? buyurmuştu. Buradaki ?I'tezele= ayrıldı? kelimesinden dolayı Vâsıl'a ve onun yolunu tutanlara ?Mu'tezile? ismi verilmiştir. Sonraki yıllarda bilhassa felsefe eğitimi yapmış ve felsefeye meraklı kişiler, Vâsıl bin Atâ'nın yolundan yürüyerek Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları ile kader, amellerle (ibâdetlerle, muamelâtla...) îmân arasındaki münâsebet ve diğer konularda İslâm dîninin sınırlarını zorlayacak kadar ileri derecelere varan ayrılıklara düşmüşlerdir.

Ayrıca Mürcie, Kaderiyye, İbâhiye, Mücessime, Cebriyye gibi birçok bozuk fırka, İslâm târihi boyunca çeşitli yerlerde ortaya çıkmış, kendi içlerinde de sayılamayacak kadar çok kollara ayrılarak bir müddet yaşayıp sonra unutulup gitmişlerdir. Ancak son asırlarda zuhur eden Vehhâbîlik, bilhassa Arabistan'da yayılmış ve bugün de, çeşitli İslâm ülkelerindeki Müslümanlar arasında yayılması için çalışılmaktadır. (Bkz. Vehhâbîlik)

Bozuk fırkaların çoğu târih içinde kaybolup gitmişlerdir. Ehl-i sünnet vel cemâat ise her devirde çok olmuş, İslâmiyet îmân, îtikât, amel ve ahlâk esasları olarak Ehl-i sünnet âlimleri tarafından her asırda, aslı üzere müdâfaa ve muhâfaza edilerek, bugüne ulaştırılmıştır. Bugün dünyâdaki Müslümanların yarıdan çoğu, Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdı üzeredirler.

Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, îmânda parçalanmanın, fırkalara (mezheplere) ayrılmanın kötü olduğunu bildiriyor. Allahü teâlâ Nisâ sûresi 115'inci âyetinde meâlen; ?Hidâyeti (kurtuluş yolunu) öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehenneme atarız.? Âl-i İmrân sûresi 103'ncü âyetinde de meâlen ?Hepiniz Allah'ın ipine (Kur'ân-ı kerîme) sımsıkı sarılınız. Fırkalara bölünmeyiniz.? buyurmaktadır. Hazret-i Peygamberimiz de Müslümanlar arasında îmânda ve îtikâtta ayrılıkların felâket olduğunu bildirerek, Tirmizî'nin rivâyet ettiği meşhur bir hadîs-i şerîfinde; ?Benî-İsrâil (Yahûdîler), yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (Hıristiyanlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırka kurtulur.? buyurmaktadır. Eshâb-ı kirâm bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; ?Cehennemden kurtulan fırka, benim ve eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.? buyurdu.

El-Milel ven-Nihal kitabının başında geçen başka bir hadîs-i şerîfte; ?Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helâk olacaktır.? buyurduğunda Eshâb-ı kirâm; ?Kurtulan fırka hangisidir?? diye sorunca, ?Ehl-i sünnet vel cemâattir.? buyurdu. Eshâb-ı kirâm bu defâ; ?Ehl-i sünnet vel cemâat nedir?? diye sordular. ?Bugün benim ve Eshâbımın bulunduğu yolda olanlardır.? buyurdu.

Yine Taberânî'nin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; ?Kur'ân-ı kerîme tâbi olmak hepinize farzdır. Onu terk etmeniz için hiçbir özür olamaz. Kur'ân-ı kerîmde bulamadığınız işlerde sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshâbımın sözüne uyunuz. Çünkü Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz.? buyurdu.

İmâm-ı Eş'arî ve İmâm-ı Mâtürîdî, Eshâb-ı kirâmın, Tabiînin, dört mezhep imâmının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevâtür yoluyla bildirdikleri îmân ve îtikâd bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan İmâm-ı Eş'arî, İmâm-ı Şâfiî'nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. İmâm-ı Mâtürîdî ise İmâm-ı A'zam'ın talebesi zincirindedir (Bkz. İmâm-ı Mâtürîdî). Ehl-i sünnet îtikâdının açıklanmasında bu iki imâm meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda îtikâtta doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel cemâat îtikâdını izah etmekte bâzı bakımlardan farklı usuller tâkip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imâmın koyduğu usüllere uyarak Ehl-i sünnet îtikâdını nakletmişlerdir.

İslâmiyette amelî mezhepler: Âmel; iş, hareket demektir. İslâm dînindeki ibâdetler ve yapılması emir edilen veya yasaklanan işler, davranışlar amel esaslarıdır.

İslâmiyet, hayâtın bütün safhalarını içine alan bir dindir. Bir insanın ömrü boyunca yapacağı iş ve hareketlerin İslâm dîninde mutlak sûrette bir hükmü vardır. Çünkü İslâmiyet, Müslümanlardan her an ve her işinde Allahü teâlânın rızâsı üzere bulunmayı istemektedir. Bu ise önce, îmânın ve îtikâdın doğruluğu ile olur. Böyle doğru bir îmân ve îtikâda sâhip olan Müslüman, Ehl-i sünnet vel cemâat yolundadır. Ancak sâlih ve kâmil bir Müslüman olmak için her türlü iş ve harekette de Allahü teâlânın rızâsını gözetmek şarttır. Âmelî mezhepler, Ehl-i sünnet olan Müslümanlara fiil ve işlerinde Allahü teâlânın râzı olduğu usül, yol ve şekli gösterirler.

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîm'de insanlara îmân etmelerini emretmekte ve inananların da sâlih âmeller işleyerek rızâsını kazanmalarını istemektedir. Eshâb-ı kirâm (İlk Müslümanlar) îmân ettikten sonra her işlerinde çok büyük bir hassâsiyetle Allahü teâlânın rızâsını aradılar. Kur'ân-ı kerîm'de açıkça bildirilen emirleri (farzları) eksiksiz olarak ve hulûs-i kalble yerine getirdiler. Açıkça bildirilen yasaklardan (haramlardan) şiddetle kaçındılar.

Peygamber efendimiz, Kur'ân-ı kerîm'i, hadîs-i şerîfleriyle açıklayarak Allahü teâlânın âyetlerinin doğru anlaşılmasını temin etti. Eshâb-ı kirâm, Kur'ân-ı kerîm'den anlayamadıklarını gelir, Peygamber efendimize sorar, öğrenir ve işlerini ona göre yapardı. Kur'ân-ı kerîm'de açıkça bildirilmeyen hususlarda, Peygamber efendimiz nasıl yapıyorsa ve nasıl yapılmasını istiyorsa öylece tatbik ederlerdi. Bu Resûlullah'a tâbi olmak Eshâb-ı kirâmda öylesine yüksek bir seviyedeydi ki; Kur'ân-ı kerîm'e ve Resûlullah'ın sünnetine uymayan bir işi yapmaktan korkarlar, ürperirler ve şiddetle kaçınırlardı. Şâyet karşılarına âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfle açıkça bildirilmeyen bir iş çıkarsa kendileri ictihâd eder, bu işte Allahü teâlânın rızâsını araştırır ve bulduklarına göre amel ederlerdi. Nitekim Peygamber efendimiz, uzak yerlere vâli ve kâdı (hâkim) olarak gönderdiği Eshâbına, Kur'ân-ı kerîm'de ve hadîs-i şerîfte hükmünü açıkça bulamadığı mesele hakkında ictihâd etmesini emir buyurdu. Buna Muâz bin Cebel'i vâli olarak Yemen'e gönderirken aralarında geçen şu konuşma en güzel misâli teşkil ediyor: Peygamber efendimiz Muâz bin Cebel'e şöyle buyurdu:

?Ya Muâz! Karşına çıkan bir işte neye göre hüküm vereceksin?? Muâz bin Cebel ?Allah'ın kitabı(Kur'ân-ı kerîm) ile, yâ ResûlAllah!? diye cevâb verdi. ?Ya Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazsan?? diye tekrar sorunca ?Resûlullah'ın sünneti ile.? diye cevap verdi. Tekrar; ?Ya Resûlullah'ın sünnetinde de açıkça bulamazsan?? diye sorunca Mûaz; ?O zaman ictihâd ederim yâ Resûlullah!? diye cevap verdi.

Bunun üzerine Peygamberimiz; ?Resûlünün elçisini, kendi râzı olduğunda ve Resûlünün râzı olduğunda muvaffak kılan Allah'a hamdolsun.? buyurdu.

Ayrıca, vahiyle bildirilmeyen işlerde ve bizzat Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm ictihâd ediyorlar, Eshâb-ı kirâmın ictihâdının Resûlullahın ictihâdına uymadığı da oluyordu.

Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idiler. Onlar din bilgilerini bizzat Resûlullah'tan aldılar. O'nu bizzat görmenin, O'nun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek mânevî kemallere (olgunluklar, üstünlükler) erdiler. Nefisleri mutmeinne olup, herbiri ihlâs, edeb, ilim ve irfanda Eshâbdan olmayanlardan hiçbir âlimin ve evliyânın sâhip olamayacağı üstünlüklere kavuştular. Herbirinin hidayet yıldızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin îmânı, îtikâdı birdi. Haklarında nass (âyet ve hadîs) bulunmayan meselelerde ictihâd ettiler. Herbiri, âmelde mezhep sâhibiydiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hükümler birbirine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitaplara geçirilmediği için mezhepleri unutuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kirâmdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.

İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan öğrenen Tâbiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i tâbiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan büyük imâmlar yetişti. Bunlar da amelde mezhep sâhibiydiler ve herbirinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhâfaza edildi ve Müslümanlar arasında yayıldı. Yeryüzünde bulunan bütün Müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm-ı Mâlik bin Enes'tir. Üçüncüsü İmâm-ı Muhammed bin İdris Şâfiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel'dir.

Ehl-i sünnet îtikâdında olan bu dört imâmdan İmâm-ı A'zam'ın yoluna ?Hanefî Mezhebi?, İmâm-ı Mâlik'in yoluna ?Mâlikî Mezhebi?, İmâm-ı Şâfiî'nin yoluna ?Şâfiî mezhebi?, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in yoluna da ?Hanbelî mezhebi? denilmiştir. Bugün bir Müslümanın Allahü teâlânın rızâsına uygun ibâdet-iş yapabilmesi ancak bu dört mezhepten birine uyması ile mümkündür. Her Müslümanın ictihâd yaparak Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaracak büyük bir İslâm âlimi, yâni mutlak müctehid olması hem mümkün değildir, hem de Hicrî dördüncü asırdan sonra böyle bir âlim yetişmemiştir.

Kur'ân-ı kerîm'den herkesin kendi aklına göre mânâ verip, hüküm çıkarması da yasak edilmiştir. Hadîs-i şerîfte; ?Kur'ân-ı kerîmden kendine göre mânâ çıkaran kâfir olur.? buyuruldu. Kur'ân-ı kerîmdeki hükümlerin hepsini müctehid olan din âlimleri bile çıkaramayacakları için Resûlullah efendimiz, Kur'ân-ı kerîm'in hükümlerini hadîs-i şerîflerle açıklamıştır. Kur'ân-ı kerîm'i ancak Resûlullah açıkladığı gibi, hadîs-i şerîfleri de yalnız Eshâb-ı kirâm ve müctehid imâmlar anlayabilmişler ve açıklamışlardır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi yedinci âyetinde meâlen; ?Bilmiyorsanız, zikir ehline (âlime) sorunuz? buyurmaktadır. Hadîs-i şerîfte; ?Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz. Cehâletin ilâcı sorup öğrenmektir.? buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîf, ibâdetlerin ve işlerin nasıl yapılacağını bilmeyenlerin bilenlerden sorup öğrenmelerini emretmektedir. Yâni avâmın (müçtehid olmayanların) mutlak müctehidlerden sorup öğrenmesi lâzımdır.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, Kur'ân-ı kerîm'den ve hadîs-i şerîflerden ictihâd ederek, İslâm dînindeki emirleri, yasakları, helalleri, haramları açıkladılar.

İslâmiyette bütün din bilgileri dört kaynaktan çıkarılmıştır. Bunlar Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ-ı ümmet ve kıyas-ı fukahâ'dır. Bütün müctehidler, bir işin nasıl yapılacağını, Kur'ân-ı kerîm'de açık olarak bulamazlarsa, hadîs-i şerîflere bakarlar. Hadîs-i şerîflerde de açıkça bulamazlarsa, bu iş için icmâ varsa, öyle yapılmasını bildirirler. İcmâ sözbirliği demektir. Yâni, bu işi, Eshâb-ı kirâmın hepsinin aynı sûretle yapması veya söylemesi demektir. Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen Tâbiînin de icmâı delildir, senettir. Daha sonra gelenlerde bir icmâ hâsıl olmamıştır (Bkz. İcmâ)

Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu, icmâ ile de bilinemezse, müctehidlerin kıyasına göre yapmak lâzım olur. İmâm-ı Mâlik, bu dört delilden başka, Medîne-i münevverenin o zamanki ahâlisinin sözbirliğine de senet dedi. Bu âdetleri, babalarından, dedelerinden ve nihâyet, Resûlullah'tan görenek olarak gelmiştir, dedi. Bu senet, kıyastan daha sağlamdır, dedi. Fakat diğer üç mezhebin imâmları, Medîne ahâlisinin âdetini senet olarak almadı.

İctihâd, lügatte insan gücünün yettiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. Dînî bir terim olarak, Kur'ân-ı kerîm'de ve hadîs-i şerîflerde, tam anlaşılır ve açık bir şekilde bildirilmemiş bulunan hükümleri ve meseleleri, açık ve geniş anlatılmış meselelere benzeterek, meydana çıkarmaya uğraşmaktır. Bunu ancak Peygamberimiz ve O'nun Eshâbının hepsiyle, diğer Müslümanlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara (müctehid) denir (Bkz. Müctehid).

İctihâd yolu ikidir: Biri, Irak âlimlerinin yolu olup, buna ?Re'y yolu? denir. Yâni kıyas yoludur. Bir işin nasıl yapılacağı,Kur'ân-ı kerîm'de ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemişse, buna benzeyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır, bulunur. Bu iş de, onu gibi yapılır(Bkz. Kıyas). Eshâb-ı kirâmdan sonra, bu yolda olan müctehidlerin reisi, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'dir.

İkinci yol, Hicaz âlimlerinin yolu olup, buna ?Rivâyet yolu? denir. Bunlar, Medîne-i münevvere ahâlisinin âdetlerini, kıyastan üstün tutar. Bu yolda olan müctehidlerin büyüğü, İmâm-ı Mâlik'dir ki, Medîne-i münevverede oturuyordu. İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik'in yolunu öğrendikten sonra Bağdat tarafına gelerek İmâm-ı A'zam'ın talebesinden okuyup, bu iki yolu birleştirdi. Ayrı bir ictihad yolu kurdu. İmâm-ı Şâfiî, kendisi çok beliğ, edip olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre iş görürdü. İki tarafta da kuvvet bulamazsa, o zaman, kıyas yolu ile ictihad ederdi. Ahmed ibni Hanbel de, İmâm-ı Mâlik'in yolunu öğrendikten sonra Bağdat taraflarına gidip, İmâm-ı A'zam'ın talebesinden kıyas yolunu almış ise de, pek çok hadîs-i şerîf ezberlemiş olduğundan önce, hadîs-i şerîflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak, ictihad etmiştir. Böylece, ahkâm-ı şeriyyenin çoğunda, diğer üç mezhepten ayrılmıştır.

Bu dört mezhebin hâli, bir şehir ahâlisinin hâline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kânunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kânunun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Bâzen uyuşamayıp, bâzısı devletin maksadı, beldeleri tâmir ve insanların rahatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleriyle, kânunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefî mezhebine benzer. Bâzıları da, devlet merkezinden gelen memurların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Bâzıları ise kânunun ifâdesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şâfiî mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kânunun başka maddelerini de toplayıp, birbiriyle karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yollunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kânuna uygun olduğunu söyler. Kânunun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kânundan ayrılmaları, kânunu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kânuna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işte, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezhep imâmı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar af olur ve hattâ sevap kazanır. Çünkü Peygamberimiz; ?Ümmetime, yanıldığı ve unuttuğu için cezâ yoktur.? buyurdu. Dört mezhebin bu ayrılıkları bâzı işlerde olup, dînin temellerinde ve inanılacak şeylerde, aralarında tam birlik bulunduğundan, yâni Ehl-i sünnet îtikâdında olduklarından birbirini severler ve aslâ kötülemezler. Bu dört mezhepten herbirine Ehl-i sünnetten milyonlarca kimse uydu. Dört mezhebin îtikâdı bir olduğundan birbirlerine yanlış demez, bid'at sâhibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu dört mezheptedir, deyip her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimâli daha çoktur, bilir. İctihadla anlaşılan işlerde, İslâmiyetin açık emri bulunmadığı için Ehl-i sünnet olan ve dört mezhepten birine uyan her Müslüman; ?Benim mezhebim doğrudur, yanlış olmak ihtimâli de vardır. Diğer üç mezhep yanlıştır, doğru olmak ihtimali de vardır? der ve öyle inanır. Dört mezhebin amellere, yâni ibâdetlere, işlere âit belli birkaç şeyde birbirlerinden ayrılmaları, Müslümanar için rahmet ve kolaylıktır. Hadîs-i şerîfte; ?İş hayâtında, Müslümanların mezheplere ayrılması, Allahü teâlânın rahmetidir.? buyruldu ki, bununla amellerde olan ayrılık bildirilmektedir. Îmânda ve îtikâtta ayrılık felâkettir ve kesinlikle yasaklanmıştır. Allahü teâlâ ve Peygamberi, müminlere merhametli olhdukları için, bâzı işlerin nasıl yapılacağı, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilseydi, öylece yapmak farz olurdu. Yapmıyanlar günâha girer, kıymet vermeyenler de kâfir olurdu. Müminlerin hâli çok güç olurdu. İşte böyle işleri mezhep imâmları açıkça bildirilenlere benzetmekte, birbirlerinden bâzı bakımlardan ayrılmışlardır.

Bir Müslümanın, dört mezhepten hangisinde ise o mezhepteki bilgileri öğrenmesi, her işinde o mezhebe uyması lâzımdır. Bir mezhebe uyan bir Müslüman, mezhebinin imâmının Kur'ân-ı kerîm'den ve hadîs-i şerîflerden ve icmâ-ı ümmetten çıkardığı delillere uymaktadır. Bu delilleri bilmesi şart ve lâzım değildir. Amellerde asıl olan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ezberlemek değil, işleri Allahü teâlânın rızâsına uygun yapmaktır. Mezhep imâmları, ömürlerini vererek, Allahü teâlânın râzı olduğu bilgileri bütün Müslümanlara sağlam vesikalarla haber vermişlerdir. Müslümanlar, asırlardır olduğu gibi şimdi de bu dört mezhepten birine uymakta ve işlerini buna göre yapmaktadır. Şâyet bir işin yapılmasında haraç, zorluk bulunursa, yâni kendi mezhebine göre yapmasına imkân kalmazsa, bu işini diğer üç mezhepten birine göre yapması câiz olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı şartlarını gözetmesi de lazımdır.

Görüldüğü gibi, eğer mezhep imâmları arasında bu farklılıklar olmasaydı, Müslümanlar karşısına çıkan bir işte şaşkın, çâresiz ve sıkıntı içinde kalacaktı. Bugün nikâh, talak, zekât, gusül, abdest, namaz, setr-i avret ve daha birçok mühim meselede dînen makbul bir zarurete, sıkıntıya düşen dört mezhepten birindeki Müslümanlar diğer mezheplerden birinin o konudaki hükmüne uyarak İslâmiyete uygun yaşamak imkânına kavuşmaktadır. Ancak, bir işte dînin kabul ettiği bir zarûret olmadan kendi mezhebinin hükmünü bırakıp, bir başka mezhebe uymak ve keyfine göre bir işi filan mezhebe, başka bir işi öteki mezhebe, bir diğer işi de daha başka bir mezhebe göre yapmak kesinlikle yasaktır ve İslâmiyette buna ?Telfik? veya ?mezhepsizlik? denir. Böyle olan bir kimse, işlerinde Allahü teâlânın rızâsını değil, kendi arzusunu düşünüyor demektir. Bunun ise; dîni, insanların isteklerine göre değiştirebilen bir oyuncak hâline getirmeye kadar gideceği açıktır.

İslâm âlimleri mezhepsizliğin, dinsizliğe giden bir köprü olduğunu bildirmişlerdir. Müslümanlardan İslâm âlimlerine uymaları istenmektedir. Hadîka kitabında bildirilen hadîs-i şerîflerde âlimler hakkında; ?Din âlimleri, peygamberlerin vârisleridir.?, ?Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında peygamber gibidir.? ?Fıkıh âlimleri kıymetlidir. Onlarla berâber bulunmak ibâdettir.??Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz. Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır.? buyuruldu.

İslâm âlimlerine uymak, bir mezhepten birinde bulunmakla olur. Asırlardır gelip geçmiş bütün İslâm âlimleri de bu dört mezhepten birinde bulunan âlimlerden ders alarak yetişmişler ve bu mezheplere uymuşlardır. Ehl-i sünnet âlimleri, hükümleri eksiksiz kayda geçirilmiş bulunan, her Müslüman tarafından işitilen, bilinen ve asırlardır. Müslümanların tâbi olduğu, uyduğu dört hak mezhepten birine uymadan yapılan amelin bâtıl olacağını sözbirliğiyle bildirmişlerdir.

Mezhepleri beğenmeyen, onlardan birine uymayan veya mezheplerin kolaylıklarını birleştirmeye çalışan bir kimse, asırlardan bu yana gelip geçmiş milyonlarca Müslümanın yolundan ayrılmış, kendi başına yeni bir yol tutmuş olur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîm'de Nisâ sûresi 115'inci âyetinde meâlen; ?Müminlerin yolundan ayrılanı Cehenneme atarız.? buyurmaktadır.

Dört mezhep imâmının ve bunların yetiştirdiği müctehid olan âlimlerin çözdüğü meselelerin sayısı milyonları aşmaktadır. Bunlardan yalnız İmâm-ı A'zam hazretlerinin 500 binden fazla fıkıh meselesini çözdüğü kıymetli kitaplarda bildirilmektedir. Dört mezhebin imâmları ve bunlara bağlı müctehidleri, Müslümanların başlarına gelebilecek hemen her işin dindeki hükmünü bildirmişlerdir. Asırlardır dört hak mezhebe uyan Müslümanlardan, herhangi bir müşkülün cevâbını bulamayan hiç duyulmamıştır. Bu gün de dünyânın her yerinde yaşayan Müslümanın her türlü işlerinin cevâbı, bu dört hak mezhebin kitaplarında vardır. Yeniden ictihâdı îcâb ettiren, cevapsız kalan, çözülmemiş bir mesele bırakmamışlardır. Âhirette mesûliyetten kurtulmak için Müslümanlar, amellerini nasıl yapacaklarını mezheplerinin inceliklerine vâkıf Ehl-i sünnet âlimlerinden sorarak veya bunların kitaplarından okuyarak kolaylıkla öğrenmektedirler.

Çoğu Hıristiyan papazı olan Avrupalı müsteşriklerin ve peygamberliğe inanmayan modern teoloji filozoflarının kitaplarında veya bunların kitaplarından yapılan tercüme ve iktibaslarda yalan ve iftirâ olarak bu dört hak mezhep mensupları arasında tartışmalar, hattâ silâhlı mücâdeleler vukû bulduğunun yazıldığı esefle görülmektedir. Halbuki İslâm târihinde hiçbir devirde Hanefîlerle Şâfiîler, Mâlikîler vb. arasında mezhep ayrılığı sebebiyle en küçük bir sürtüşme bile vukû bulmamıştır. Başta dört mezhebin imâmları birbirlerini dâimâ hürmet ve sevgiyle yâdetmişler, birbirlerinin ictihadlarına aslâ yanlış dememişler ve kötülememişlerdir. Siyâsete ve hükümet işlerine hiçbir devirde karışmamışlardır. Bunlara uyan Müslümanlar da mezhep imâmlarının yolundan giderek, dört mezhepten birine uyan din kardeşleriyle sevişmişler, asırlar boyu birarada huzur ve rahat içinde yaşamışlardır. Müslümanları bölmeye, aralarını açıp birbirleriyle düşman etmeye ve çatıştırmaya matuf bu iddia ve iftiralar İslâmiyeti bilen, târih bilgisi doğru ve kuvvetli, kültürlü Müslümanlar arasında hiçbir îtibar görmemekte, gerek ülkemizde ve gerekse diğer İslâm ülkelerindeki dört hak mezhepteki Müslümanlar, birbirlerini severek, sayarak, kardeşçe, rahat ve huzur içinde yaşamaktadırlar. Ehl-i sünnet îtikâdındaki Müslümanlar, dört hak mezhebe uymanın değil, uymamanın bölücülük ve tefrika çıkarmak olduğunu çok iyi bildiklerinden, birbirlerine olan muhabbetleri derinleşmektedir...İHYA.ORG

6
FIKIH VE İTİKAD / Ynt: Ehl-i sünnet ve'l cemat
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 16 Eylül 2024, 13:11:29 »
EHL-i SüNNET İslam dîninde doğru îtikat üzere olanlar. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâbının (aleyhimürrıdvân) yolunda bulunanlar, bildirdikleri îtikat üzere inananlar.

Eshâb-ı kirâmın, Peygamber efendimizden naklen bildirdiklerini, olduğu gibi, hiçbir şey ekleyip çıkarmadan kabûl edip, böylece inanıp, onların yolunda olup, onlar gibi inananlara Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası veya Fırka-i nâciye; bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da, bid'at fırkaları veya Fırâk-ı dâlle (dalâlet fırkaları, bozuk-sapık yollar) denildi. Ehl-i sünnet ve cemâat fırkasında olanlara kısaca Sünnî, bid'at fırkalarında olanlara Mübtedî, bid'at sâhibi denir. (Bkz. Bid'at Fırkaları)

Allahü teâlâ, Müslümanlardan, Peygamber efendimizin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamber efendimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâm'ın hepsi, Resûlullah'ın bildirdiği gibi inanmış, îtikatta (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı (Ehl-i sünnet îtikatını) bildirdiler. Eshâb-ı kirâm bu îmân bilgilerini, kendilerinden hiçbir şey katmadan, Resûlullah efendimizden öğrendikleri gibi nakletmişlerdir. Onlar, Allahü teâlâyı tenzîh ve takdîs etmek, O'nun bildirdiklerini tereddütsüz kabûl edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin te'viline dalmamak vb. gibi hepsi kemâl derecesindeki vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhâfaza ettiler.

Eshâb-ı kirâm, bu saf ve doğru îmânı, kendilerinden sonra yaşayan ve Tâbiîn denilen Müslümanlara öğrettiler. Tâbiîn, öğrendikleri bu bilgileri kitaplara geçirdiler. Sonra gelen Tebe-i Tâbiîn ve daha sonra gelenler, bunlardan ve bunların kitaplarından bu bilgileri öğrendiler, kendilerinden sonra gelenlere naklettiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bu güne kadar nakil ve tevâtür yoluyla doğru olarak geldi.

Resûl-i ekrem efendimiz, Müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacaklarını, bunlardan kendisinin ve Eshâbının yolundan gidenlerin (Ehl-i sünnet ve cemâat îtikatında olanların) Cehennem'den kurtulacaklarını haber vermiştir. Hadîs-i şerîfte; ?İsrâiloğulları, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (yâni Hıristiyanlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem'e gidip, yalnız bir fırka kurtulur.? buyruldu.

Eshâb-ı kirâm, bu fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; ?Cehennem'den kurtulan fırka, Benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir? buyurmuştur.

Hadîs-i şerîfte bildirilen yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi geçmiş asırlarda ortaya çıkmış, pek çoğu unutulup gitmiştir. Bunlardan Hâricî, Râfızî ve Bâtınî gibi bâzıları meşhur olmuş, kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmışlardır. Bu fırkalar, zamanla siyâsî, felsefî ve yabancı tesirlerle çeşitli değişikliklere uğramış ve doğru yoldan ayrılmışlardır. Yalnız Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îtikat ve amel bilgileri, hiç değişmeden ve bozulmadan gelmiş, aradan asırlar geçmesine rağmen, red ve inkâr edilmez vasıflarını muhâfaza etmiştir.

Dört büyük halîfe devrinden sonra, Müslümanlar arasında karışıklık çıkarmak isteyen bâzı münâfıklar ve İslâm dîninin kısa zamanda Asya, Afrika ve Anadolu'ya yayılması karşısında, korku ve telâşa kapılan Yahûdî, Hıristiyan ve öteki bâtıl inançların mensupları; İslâmiyeti söndürmek, Müslümanların birliğini dağıtmak için çeşitli vâsıtalarla onların îtikatlarını (inançlarını) bozmaya, îmânlarını parçalamaya çalıştılar. Bu arada bid'at fırkalarının ortaya çıkardıkları yanlış fikirler, Müslümanların îtikatlarını bozmada ve onları parçalamada, bunlara yardımcı oldu. Ayrıca yeni Müslüman olan bâzı kavimlerin İslâm dînine, eski inanç ve ibâdetlerinden bâzı şeyleri katmaya kalkmaları; pekçok saf Müslümanın îtikat ve ibâdetlerinde, sapıklıklara ve bozukluklara yol açtı. Bütün bunlarla birlikte bir de siyâsî ve şahsî arzuları için, böyle kimselerle işbirliği yapanların faâliyeti netîcesinde, pekçok kimse şaşkına döndü. Ne yapacağını, kime inanacağını bilemedi...

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, doğru yolda bulunmak, İslâm dînini bizzat Peygamber efendimizin ve Eshâbının anlattığı gibi öğrenmek, inanmak ve yaşamak isteyenler için fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi; Resûlullah sallAllahü aleyhi ve sellemin ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine öğretti. Bu sebeble Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu kabûl edildi. İmâm-ı A'zamın bu hususta ilk yazdığı kitabın ismi El-Fıkh-ul-Ekber'dir. Kendisinden sonra, talebesinden ilm-i kelâm, yâni îmân bilgileri mütehassısları da yetişti. Bunlardan talebesi İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî dünyâca meşhur oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde Ebû Mansûr-ı Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mansûr, İmâm-ı A'zam'dan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı. 944 (H. 333) senesinde Semerkant'ta vefât etti.

Ehl-i sünnet îtikâdını yayan İslâm âlimlerinden İmâm-ı Eş'arî de; İmâm-ı Şâfiî'nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînin bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini açıklamış, kısımlara bölmüş ve herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. Eş'arî ve Mâtürîdî, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet ve cemâat'dan dışarı çıkmamışlardır.

Ehl-i sünnetin îtikatta iki imâmı olan Eş'arî ve Mâtürîdî, hep bu mezhebi yaymışlardır. Hurâfelere ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanan materyalistlere (maddecilere) karşı hep bu îtikâdı savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamânları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metodları ve cevapları birbirinden biraz farklı olmuştur. Fakat bu hâl, mezheplerinin, yollarının ayrı olduğunu göstermez.

Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı îtikâda uymayan, bozuk îtikatlar, îmânlar, gönül öldüren bir zehirdir. Bunlar, insanı ebedî ve sonsuz azâba, yâni Cehennem'e götürür. İbâdetlerde tembellik, gevşeklik olursa affolunabilir. Fakat îtikatta gevşek davranmak hiç affedilmeyecektir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; ?Şirki (yâni kâfiri, inanmayanı, îmânı bozuk olanı) aslâ affetmeyeceğim. Diğer bütün günahları, istediğim kimselerden affederim.? (Nisâ sûresi: 116) buyurmaktadır.

Ehl-i sünnet îtikâdındaki Müslümanlar; ibâdet, münâkehât (evlenme), muâmelât (ticâret ve sosyal münâsebetler) ve diğer amelle ilgili işlerinde, asırlardır dört hak mezhebe uymuşlardır. Bugün de bir Müslümanın, Ehl-i sünnet îtikâdında olabilmesi için, hak olan dört mezhepten (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî) birinde bulunması lâzım geldiği kelâm ve akâid kitaplarında bildirilmiştir. Buna göre dört mezhepten birinde bulunmayan kimse, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmayan ise, ya sapık yollara düşer veya îmânını kaybeder. Bu dört mezhepten birine uymakla, onları taklîd etmekle; Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah'ın sünnetine (yoluna) uymuş olur. Çünkü dört mezhebin imâmları, îtikatta Ehl-i sünnet mezhebinde idiler.

İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri; ?Kalbe gelen bütün keşifleri, hâlleri bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süslemeseler, kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâp bilirim. Bütün harâplıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem.? buyurmuştur.

Ehl-i sünnetin bâzı îtikat esasları:

Allahü teâlâ kadîm olan (başlangıcı olmayan) zâtı ile vardır. O'ndan başka her şeyi, O yaratmıştır. Birdir. İbâdete hakkı olan da O'dur. O'ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. Zâtî sıfatları vardır. Bunlar; Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefetün lil havâdis, Kıyâm binefsihi'dir. Kemâl sıfatları vardır. Bu sıfatlar; Hayat, İlim, Semi', Basar, Kudret, İrade, Kelâm ve Tekvîn'dir (Bkz. Allahü Teâlâ). Bu sıfatları ezelîdir. Yâni hep vardır. Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni dînimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını söylemek yasak edilmiştir.

Kur'ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, onun sözüdür. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur. Bu harf ve kelimelerin mânâsı, Kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur'ân-ı kerîm denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelâm-ı ilâhî olan Kur'ân-ı kerîm mahluk değildir. Allahü teâlânın öteki sıfatları gibi ezelîdir, ebedîdir.

Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihâtasız, yâni şekli olmayarak görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O'nu görmeyi akıl anlayamaz. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu dünyâ ve insanın bu dünyâdaki yapısı O'nu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen yalancıdır. Mûsâ aleyhisselâm peygamber olduğu hâlde bu dünyâda göremedi. Peygamberimiz Mîrâc gecesinde gördüyse de, bu dünyâda değildi. Dünyâdan çıktı, âhirete karıştı. Cennet'e girdi ve orada gördü.

Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi insanların işlerini de yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O'nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, kötü işlerden râzı değildir. İnsanın yaptığı işe, kendi kuvveti de tesir eder. Bu tesire ?kesb? denir.

Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmeleri câiz değildir. Emrolunduklarını yaparlar. Erkekleri ve dişileri ve evlenmeleri yoktur.

Peygamberler aleyhimüsselâm Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.

Peygamber efendimizin mîrâcı; uyanık iken, kalp, rûh ve beden ile birlikte olmuştur, haktır.

Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyamette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerinde toplanması, yâni rûhların cesetlere girmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günâhların âhirete mahsus bir terâziyle tartılması, Cehennem üzerinde Sırat Köprüsünün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır. Peygamber efendimizin kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdiyse, hepsi doğrudur, yanlışlık olamaz.

Müminlere mükâfat ve nîmet için hazırlanmış olan Cennet, kâfirlere azap için hazırlanmış Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Cennet ve Cehennem sonsuz kalınılacak yerdir. Zerre kadar îmânı olan ve bu îmân ile âhirete göçen Cehennem'de ebedî (sonsuz) kalmayacaktır.

İbâdetler îmâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Mümin ne kadar büyük günâh işlerse işlesin bu günahları günah bildiği müddetçe îmânı gitmez. Ancak farzlara ve haramlara olduğu gibi inanmak lâzımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine inanmamak, hafife almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak îmânı giderir ve sonsuz olarak Cehennem'de yanmaya sebeb olur.

Halîfelikten konuşmak, dînin esas bilgilerinden değildir. Dört halîfenin üstünlüğü halîfelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kirâmın hepsini hiç ayırım yapmadan sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid idiler.

Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.

Mâtem tutmak, dinde yoktur; üzülmek başka, mâtem tutmak başkadır. Hadîs-i şerîfte Peygamberimiz: ?İki şey vardır ki, insanı küfre (îmânın gitmesine) sürükler. Birisi bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi ölü için mâtem tutmaktır.? buyurdu.

Resûlullaha, Eshâb-ı kirâma, Tabiîne ve Evliyâya tevessül ederek, yâni onları vesile ederek duâ etmek, duânın kabûlüne sebeb olur.

Dînî deliller müctehidler için dörttür: Kitap, Sünnet, İcmâ-i ümmet, Kıyâs-ı fukahâ. Avâmın delili, müctehidin fetvâsıdır. Onun vazifesi müctehid imâma uymaktır.

Tenasühe, yâni ölen insanın rûhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyâya gelmesine inanmak, dîne aykırıdır. Böyle inananın îmânı gider.

Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefâat edecek, araya girecektir. Peygamber efendimiz; ?Şefâatim ümmetimden günahı büyük olanlaradır.? buyurdu.

Peygamberin mûcizesi, evliyânın kerâmeti ve salih mü'minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder.

Her bid'at dalâlettir, sapıklıktır. Bid'at, dinde sonradan yapılan şey demektir. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dinde meydana çıkarılan, îtikat ve ibâdet olarak yapılmaya başlanan değişiklikler bid'at olup büyük felâkettir.

Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.

Özetle; binlerce Ehl-i sünnet âliminin, kitaplarında bildirdikleri bu ve bunlara bağlı îtikat esâslarına uygun îmân edenler, Ehl-i sünnet müslüman; bu esaslara aykırı inananlar ise Ehl-i sünnet yolundan ayrılmış kimseler olurlar.
7
FIKIH VE İTİKAD / Ynt: Ehl-i sünnet ve'l cemat
« Son İleti Gönderen: ihvan23@hotmail.com 16 Eylül 2024, 13:08:45 »
Ehl-ı sünnet
EHL-İ SÜNNET



Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.

"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün" (A/u İmrân, 3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fâtır, 35/43). Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır.

Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber'in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir.

Kur'an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar. İşte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr, 24/5).

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur'an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).

İmrân b. Husayn (r.a.), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır." Abdullah b. Mesud (r.a.) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız'' (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s.54).

Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. "İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).

Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: "İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100). Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, 1). Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.

Hz. Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaât ile beraberdir" (Tirmizî, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn Mâce. Fiten. 8). Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419).

Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

Şehristânî'nin tarifine göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristânî, el-Milel, 1, 47).

İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)'a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" (bk. Buhâri, Ahâd, I; Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,İbn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.

Hasanu'l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin" (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm, II, 303). Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.

Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-İstikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)'dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31). "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır. "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır" (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır (Seyyid ?erif Cürcânî, et-Ta'rifât, s.40. 43). Bid'at; Peygamber (s.a.s)'den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.

Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561). İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir. Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid'at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472).

Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti dönemindedir.

Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, a.g.e, 1, 15).

İbn Hazm ise, (ö.457/1065),İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (İbn Hazm, el-Fısal, II, 113).

Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe' Yemenli bir yahudidir. İslâm'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.

Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.

İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.

Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.

Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97).

Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş'ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ İmam Malik: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: "İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218). İmam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.

Maturidîler ile Eş'ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146).

Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.

Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.

İbni Teymiyye ile İbnü'l-Kayyim el-Cevaziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.

Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:

1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,

2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,

3- Muhaddisler,

4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,

5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,

6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,

7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,

8- Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.109-110).

İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm'ın hayata tatbikidir.

İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143).

Câbir b. Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi. Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'âm, 6/153) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.

İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588).
.ihya.org
8
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 16 Eylül 2024, 00:12:47 »
O ne güzelliktir ki onun cilvesi ruh ve gönül perdelerini yakar. Ve o ne nurdur ki onun parıltısı iki cihanın karanlığını def'eder...
Bu nûr o zikrin nurudur. Sana gelir kabrinde arkadaş olur. Bir kişi ölse, götürüp kabrine koysalar, o ölü Allah'ın (cc) emriyle dirilir, ruhu gelir bedenine girer.
Hak Teâlâ (cc) Kuran-ı Keriminde buyurur ki:
<< Ey bizim Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün ve iki defa dirilttin.>> ( El-Mü'min sûresi, 11 )
Yâni bir kere öldürdün, kabire geldik. Bir daha dirilttin, bu defa da mahşer yerine geldik.
Bir kimseyi kabrine koyunca o kimse kabirde dirilir. Doğrulur ve oturur. Etrafına bakar ki yanında, karşısında ve etrafında dopdulu kimseler var. Bu meyyit bunları görünce der ki:
- Kimsiniz, kimlersiniz? Size kimler, derler? Siz benden önce buralara gelmişsiniz.
Onlar derler ki:
- Biz senin iyi ve salih amelleriniziz. Senden evvel geldik ki, sen burada yalnız kalıp korkup ürkmeyesin.
Lâkin o kabre varanın amelleri hoş değil de çirkin ise gelip kabri içine girince görür ki, her yanına çirkin yüzlüler ve korkunç suratlılar, çirkin kokulular dolmuşlar.
Bunlara sorar:
- Siz kimlersiniz? Benden de evvel gelmişsiniz. Buraya toplanmışsınız.
Onlar derler ki;
- Biz senin işlediğin yaramaz amelleriz. Sen hâli hayatında iken şeriata muhalif ameller işledin ya, işte biz onlarız.
Onlardan sonra Münker ve Nekir denilen iki melek gelirler. Kök dişleri yeri yarar. Avazları katı, gözleri gök.. Sesleri gök gürlemesi gibidir. Gözlerinden yıldırımlar ve cehennem ateşleri fırlayıp çıkıyormuş gibidir. Gelip sorgu-suâl  sorarlar. Suâl sordukları cevap verebilirlerse: << Allah seni gözün aydın olduğu halde ni'metler içinde sabit kıldı.>> derler. Kabrine çiçek ve güzel kokular serpilir. İpekli elbiseler verilir. Kur'anın nuru o kimseyi bulur. Kur'anı bilmezse Hak Teâlâ (cc) ona kereminden ameli dolasıyla nur gönderir, kabrini nurla doldurur. Rahmet hazinesinden tâ kıyamete kadar rahatlıkla huzur içinde yatar, uyur.
9
İSLAM-GENEL / Ynt: Nefslerin Temizliği ( Müzekkin Nüfus )
« Son İleti Gönderen: Togika 14 Eylül 2024, 02:16:23 »
Hikâye:
Bir gün Abdulhamit bin Mahmud bin Abbas'ın yanında otuyorlardı Bir kafile hacca gitmek niyetiyle yola çıkmışlar, o civardan geçerken arkadaşlarından biri ölmüş, o civarda mezar kazıp defn edecekleri sırada kabrin içinden dolu dolu yılanlar çıkmıştı. Yılanların ardı arkası kesilmiyordu. Başka yeri kazdılar. Oradan da yılanlar çıktı. Nereye mezar kazdılarsa oradan yılanlar çıktı. İşin sonunda Abbas'ın huzuruna geldiler. Bu durumu anlattılar. Dedi ki:
- O yılanlar o kimsenin amelleridir. O kimseyi varın yılanların içine bırakın.
Varıp bir kabir daha kazdılar. Yine onda da yılanlar çıktı. Sonunda o ölüyü yılanların içine koydular.
Azizim! Var bundan kıyas et ki kabir azabı vardır. Yer değiştirmekle bundan  kurtulmak mümkün değildir. Kabire girmemekle de kurtulmak mümkün değildir! Kabirde olması mukadder olan azab nereye gömülsen seni yine bulur.
Şimdi sen de amelini burada iken güzel et. Nefs-i emmârenin çirkin huylarından kendini muhafaza et. Nefs'in güzel huylarıyla huylan. Tâ ki kabrin sana cennet bahçelerinden bir bahçe olsun.
Şeyh Safi (ra) derki:
- Bir gün bir kimse kalbini kötü huylardan temizlemeye niyet etse ve gece gündüz Lâ ilâhe illAllah demekle meşgul olsa ve kalbini tamamen temizleyemeden ölse o kimseyi kabrine bıraktıkları zaman zikrettiği o zikirler geiir ona arkadaş olurlar. Kabrinde ona zarar ve azab verebilecek haşeratı yılan vesâir azab ve işkence mahlûklarını yakar yıkar mahveder. O kişi selâmete erer.
10
İSLAM-GENEL / Kendini büyük yada küçük görmek doğru mu?
« Son İleti Gönderen: Kendinibulanadam 13 Eylül 2024, 20:45:50 »
Herkese hak ettiği değeri ver,kendini büyük yada küçük görmemek lazımdır. En önemlisi şudur,herkes tanrı yani Allah'ın yardımı ile yaşar.Allah'ın yardımı olmadan zerre kadar bir iş yoluna girmez. Allah'ın izni olmadan bir hücre bile yaşamaya devam edemez. Allah dilemeden elimizi havaya kaldıramayız. Damarda akan kan Allah yardımı ile akar.Her şey Allah yardımı iledir. Her şeye hak ettiği değer verilmelidir. Resûlullah s.a.v bir hadisinde  : İnsanlar tarakların dişi gibi eşittirler,üstünlük takva iledir." demiştir. Yani insan inanç bakımından ve Allah'a ibadetlerini güzel yapışı bakımından üstün olabilir. Şeytan ile nefs ile mücadele bakımından üstünlük olur. Eğer her şey Allah'ın yardımı ile yapılıyorsa,o zaman nasıl yaşamak lazım? Allah'ın razı olduğu hayatı yaşamak ve razı olduğu işleri yapmak lazım. Buda Kur-an ve sünnete uyarak mümkün olur. Tabi sahih oldukları sürece. Ve doğru kaynaklardan olduğu sürece. Bu makaleyi yazmamım sebeplerinden biri de şu, bazı insanlar makam ile mevki ile üstün insan olunacağını zannediyorlar. Bu yanlış. İnsanlara eşit değer vermek lazım. Tanrı yani Allah'a, tanrı kadar değer vermek, peygambere peygamber kadar değer vermek,veli olana veli kadar değer vermek,kısacası kerkese, Allah katında olduğu kadar değer vermek lazım. Bir hadis:" Allah'ın sevdiğini sevmek sevmediğini sevmemek lazımdır." diyor. Ve şunu unutmamak lazım, hiç bir insan hiç bir başarıyı,Allah yardımı olmadan gerçekleştiremez. Ne bir ülke Allah yardımı olmadan fetih edilir,Ne de bir makama Allah yardımı olmadan gelinir. Hiç bir başarıyı ben yaptım dememek,Allah yardım etti oldu demek lazımdır. Bu açıdan kendini büyük yada küçük görmemelidir. Buna ek olarak,amellerinde küçüklüğü veya büyüklüğüne bakmamak lazımdır. Nasıl oluyorda bir insan evliyaullah oluyor ve bu makamı elde ederek cennete giriyor ise normal şartlarda cehennemlik olan biride cennetlik birilerine bir içimlik su vererek yani çok büyük olmayan bir iyilik yaparak  şefaat ile cehennemden çıkıyor ve cennete giriyor.
Sayfa: [1] 2 3 ... 10