Beyaz Türkler Baski yapabilir, Yesil Türkler Yapamaz...

Başlatan kenz, 24 Eylül 2007, 17:30:33

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

kenz

TÜRBAN yasağını yerinde bırakmak isteyenler garip teorilerle karşımıza çıkıyor. Üniversitelerde başörtüsü serbest bırakılırsa “Mahalle Baskısı” denilen şeyle bütün ülkede açıklara baskı yapılır ve herkes örtünmeye mecbur edilirmiş... Peki neymiş bu mahalle baskısı?.. Efendim yurdun bazı şehirlerinde bu baskı yüzünden lokantalar, pastahaneler, kahvehaneler Ramazan’da gündüz servis veremiyorlar, iş yerlerini kapatıyorlar, ancak iftardan sonra açıyorlarmış...


Bundan normal ve tabiî ne olabilir... Dinsizin, ateistin, Beyaz Türk’ün baskı yapmaya hakkı var da, Yeşil Türk’ün yok mu?




Âdil kanunlara aykırı olmamak, şiddet içermemek, küfür etmemek şartıyla propaganda yapmak, manevî yumuşak baskı uygulamak da bir hürriyettir.


Üsküdar Belediyesi bir ara içki satan lokantaları ve meyhaneleri bir “Kırmızı Sokakta” toplamak istemişti de, Beyaz Türkler baskı yaparak, ağır şekilde tenkit ederek bunu önlemişlerdi.


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, “Düşünceler, çok ağır, en şoke edici şekilde de olsa düşünce hürriyetine dokunulamaz...” şeklinde bir kararı vardır.


Dindar bir Müslümanın “Ramazan gündüzlerinde lokantalar açık olsun, her yere meyhane açılsın, içki verilsin...” demesini mi bekliyorlar?


Şu Beyaz Türkler ne garip mahluklar. Kendilerine yüzde yüz tam bir hürriyet istiyorlar; bu ülkede çoğunluğu oluşturan Müslümanlara o kadar geniş hürriyet tanımıyorlar. Hani, temel haklardan biri de eşitlikti.


Müslümanlar “Mahalle Baskısı” yaparmış...


Peki bu memlekette Masonlar “Mason Baskısı” yapmıyor mu?


Sabataycılar “Sabataycı Baskısı” yapmıyor mu?


Şucular “Şu Baskısı”, Bucular “Bu Baskısı” yapmıyor mu?


Müslümanlar da düşünce ve vicdan hürriyeti sınırları içinde gerekirse “Mahalle Baskısı” yapmak hakkına sahiptirler.


Şiddete başvurmamak, hakaret etmemek, âdil yasalara  aykırı olmamak şartıyla...


Tesettür farz-ı ‘ayndır, her Müslümanın bu farzı yerine getirmesi ve bu mâruf (iyi, doğru, güzel) emir konusunda çalışması, propaganda yapması gerekir.


Bu memlekette İngiltere’de olduğu gibi geniş bir hürriyet olsa şöyle bir dernek kurulabilir:


“Tesettürü Desteklemek, Yaymak, Bütün Kadınların Örtünmesini Sağlamak Derneği”.


Vaktiyle Prof. Alemdaroğlu zamanında İstanbul Üniversitesinde, tesettürlü kız öğrencileri açmak için sorgulama ve baskı yapma odaları kurulmuştu. Biz Müslümanların, kadın ve kızları tesettüre davet için öyle baskı odalarına ihtiyacımız yoktur.


Zaten milyonlarca açık hanım ve kız, başlarını örtmek için uygun bir ortam beklemektedir.


Müslümanlar dinî emirlere severek, gönüllü olarak, candan ve samimî bir şekilde uyarlar.


Mahalle Baskısı dedikleri şey zaten dünyanın her yerinde var. Hindistan’da Mecusîlerin yoğun oldukları bir şehirde sokağın ortasına yatmış, geviş getiren bir ineğe saygısızlık yapabilir misiniz? Kışşt çekil oradan diye ayağıyla ineğe dokunan birini mutaassıp Hindular ne yapar?


Çeşitlilik, çoğulculuk, farklılık olan bir ülkede toplumsal mutabakat, sosyal barış ve içtimaî mukavele olması gerekir.


Zorla, cebren, kerhen, tehdit ederek, kanunsuz baskılar yapılmayacak... Onun dışında bütün propagandalar serbest olmalıdır.


Doğu veya Güneydoğu Anadolu’nun halkı dindar bir şehrinde Nehar-ı Ramazanda (Ramazan gündüzünde) sokakta sigara içerek yürüyen bir kimseye sert sert bakarlar. Bu bakışları yasaklamaya kimin hakkı vardır. Alenen oruç yiyene şefkatle, muhabbetle, dostlukla bakacak değiller a.


Beyazlar tesettürlü Müslüman kadınlara nasıl bakıyorsa, yeşiller de oruç yiyenlere öyle bakabilir.


Merhum Özal zamanında üniversitelerde başörtüsü (yüzde yüz olmasa da) serbestti. O zaman Mahalle Baskısı oldu mu?


1979’da veya 80’de ünlü Galatasaray Lisesi’nden beş başörtülü kız mezun oldu. Hattâ, kendilerine diploma veren müdürün elini sıkmadılar. Bunda ne anormallik var?


Asıl büyük anormallik, dünyanın bütün ülkelerinde (Fransa’nın resmî liseleri hariç) kolej ve üniversitelerde serbest olan başörtüsünü öcü gibi göstermek ve demokrasiye, insan haklarına, eşitliğe, insafa, vicdana, sağduyuya aykırı zorbalıklar ve zulümler sergilemektir.


Yazın sıcağı, kışın soğuğu, bazen ılık, bazen serin rüzgarlar esmesi ne kadar normal ve tabiî ise, bu memlekette İslâm’ın ve Müslümanların varlığı, tesirleri, sizin tabirinizle baskıları o kadar normaldir.


Alışmaya, katlanmaya çalışın. Siz yakın tarihimizde bu memleketin Müslüman halkının ensesinde çok boza pişirmiştiniz.


Kur’ân’a Uymak


FİLAN camide bir hafız efendi çok güzel Kur’ân tilavet ediyor ve dinleyenler mest oluyormuş... Bu Ramazan camiler dolup dolup boşalıyormuş... İftar ziyafetleri birbirini takip ediyormuş...


EyvAllah... Lakin işin esasını unutmuşa benziyoruz. Kurtulmak, ayakta kalmak, zilletten izzete, esaretten hürriyete geçmek istiyorsak sadece Kur’ân okumakla, dinlemekle, camiye gitmekle yetinmemeliyiz; Kur’ân’ın emirlerini, yasaklarını, öğütlerini tutmalıyız. Aksi takdirde ne kurtuluş olur, ne hürriyet, ne izzet.


Kur’ân sadece okunmak için gönderilmemiştir. Kur’ân’ı yaşamamız, hayatımıza uygulamamız gerekir.


Toplumumuz gırtlağına kadar Kur’ân’ın yasakladığı günahlara, isyanlara, fısk ve fücura, nifaka batmıştır. Bazı sofu geçinenlerimiz, dindar görünenlerimiz bile bid’atler içinde yüzüyor.


Bir tarafta tuzu kuru varlıklı Müslümanlar, üzerinde bir kuş sütünün eksik olduğu lüks sofralarda yiyip içiyor. Öbür tarafta aç Müslümanlar, Kızılay’ın dağıttığı bir kap yemek için sabahın 10’unda kuyruğa giriyor (Diyarbakır’da). Sosyal adaletsizliğin kasıp kavurduğu bir ülkede Sarı Hafızın okuduğu Kur’ân’ı dinleyip de ağlamak yeterli midir?


Müslüman Kur’ân’ı hayata uygulamakla mükelleftir.


Kur’ân’ın kesin emri gereğince Peygambere uymak zorundadır.


Allah sınırlar koymuştur. O sınırları çiğnememek zorundadır.


Yaş ve kuru, her konuda Kur’ân’ın bir öğüdü, işareti vardır. Bunları öğrenmeli ve hayata geçirmeliyiz.


‘Âbid, âdil, vicdanlı, muttaki, kerim, ahlaklı, faziletli, (nefsiyle cihad eden) mücahid, firasetli, basiretli, ölçülü, müdebbir, sabırlı, musalli Müslümanlar olmalıyız. Kur’ân nasıl olmamızı istiyorsa öyle olmak için çalışıp çabalamalıyız.


Mehmet Şevket Eygi
İNSAN akli ile melekleşen nefsi ile iblisleşen bir aciptir İNSAN
İNSAN kendi kabahatini bilmeyen cehli ile dünyalara sığmayan bir mağrurdur İNSAN
İNSAN bütün zaaf ve acziyyetine rağmen kudrete kafa tutan taşkın bir şaşkındır İNSAN
İNSAN maziye bağlı hâle aldanmış istikbali gözler bir taştır İNSAN

Fatihan

teşekkürler, yine güzel bir yazı yazmış....

Vuslat Yolcusu

böyle bir yazinin üstüne yazi yazilmaz sadece ellerinize saglik denir. :x

mazhar



Sıkışınca; dedem de hacıydı?


Bu sözü çok duymuşsunuzdur…
Kemalistlerin…
Atatürkçülerin…
Dindarlara zulmedenlerin…
Laiklerin…
28 Şubatçıların…
Ergenekoncuların…
Bilumum baskıcı ve yasakçıların maskeleri düştüğünde sığındıkları tek cümle bu…


"Dedem de hacıydı…"
"Ninem de türbanlıydı…"(Türban ifadesi bana ait değil.)

Bir haftadır Toyota'nın Sakarya'daki tesislerinde dini ayrımcılık ve baskı uygulandığı yönündeki iddialar TBMM İnsan Hakları Komisyonu'nda görüşülüyor…

Hakk'ın teslimi ve haklının ortaya çıkması noktasında bu çalışmanın bitirilmesini bekleyeceğiz…
Kimseyi peşinen ve önyargıyla suçlu ilan etmeyiz…
Etmiyoruz da…

Ama Toyota Genel Müdürü Orhan Özer, iddiaların asılsız olduğunu belirterek, "Bizler de inançlı insanlarız. Benim iki dedem, biri Hacı Ali diğeri Hafız Hasan."deyince bu yazıyı yazmak farz oldu…
"Bizler de " ile başlayan bir cümle…
Suçluluk psikolojisinin dışa vurumudur…

Dönüp geçmişe baktığımızda…
Nerede bir örtü yasağı varsa…
Nerede bir namaz yasağı varsa…
Nerede bir oruç yasağı varsa…
Bu insanlar net bir şekilde ortaya çıkıp inançlarını,ideolojilerini ve yasaklarını savunmak yerine "bizler de…" ile başlayan cümleler kurarak kıvırma yoluna gitmişlerdir…

Bu tavrın hala devam ettiğini görüyoruz…

Din ve dindarlık kimsenin tekelinde olmadığı gibi inancını yaşamak isteyenlere de baskı, dayatma ve haksızlık kimsenin haddine değil…

Bir kurum veya kuruluş personel alımında alacağı personelin bilgi, beceri, ehliyet, liyakat ve yeteneğine göre mi?
Yoksa…
"Namaz kılıyor musun? oruç tutuyor musun? İçki içiyor musun" gibi tamamen şahsın özel hayatını ilgilendiren sorulara verdiği cevaplara göre mi alım yapacak…


Doğrusu bu konularda hassasiyeti olan kurumlar bunu açık ve net olarak ortaya koymalıdırlar ki Müslüman mahallesinde kimlerin salyangoz sattığını bilmek herkesin hakkı…

Hem Müslüman'ı aşağıla hem de Müslüman'a mal sat devri kapandı…

Bir çok Avrupa ülkesinde bile firmaların çoğu çalıştırdıkları Müslümanların inançlarına saygıyla birlikte ehliyet ve liyakatı göz önünde tutarak personel çalıştırdıkları halde bizim ülkemizde laikliğin bilinçli bir şekilde yanlış yorumu ve bir takım zihniyetlere yaranıp rant sağlama çabası yüzünden vasıf ve nitelikten ziyade sakal, örtü, namaz gibi bireysel şahsı ilgilendiren konularla iş yapmayı ve gündemde kalmayı tercih edenler olduğu bir gerçek…

Bir firma ateist de çalıştırabilir…
İnançlı olanı da…
Bir firma başörtülü de çalıştırabilir…
Mini etekli olanı da…
Kendi bileceği iş…
Ancak firmalar çalıştırdıkları personelin inancına müdahale etmek bir yana o inancını yerine getrime noktasında her türlü kolaylığı sağlamakla mükelleftir…
Aksi durum…
Haksızlıktır…
Hukuksuzluktur…
Zulümdür…

Yazımızın başlığına dönersek…
Senin deden hacıydı da…
Ninen türbanlıydı da…
Sen neden hacı değilsin…
Sen neden türbanlı değilsin…
Deden mi Hacc'a giderken yanlış yaptı yoksa sen mi ona layık bir torun olamadın…
Ninen mi türban takarken yanlış yaptı yoksa sen mi her yerini açarak ona layık bir torun olamadın…
Burada bir tezat var…

Hacı olup olmaman, türban takıp takmaman, namaz kılıp kılmaman oruç tutup tutmaman kimseyi ilgilendirmiyor ama sıkışınca -benim de-deyip ortaya çıkman herkesi ilgilendiriyor…

Sen önce kendinden, inancına müdahale ettiğin insanlardan haber ver de sonra dedene, ninene sıra gelir…
Mezarlar tek kişilik…
Ve herkes kendi mezarına giriyor…
Bırak deden yerinde rahat uyusun!


Cevdet Kara. Haber vaktim.com

mazhar

japonya, Toyota’dan namaz savunması istedi

‘Toyota fabrikasındaki namaz yasağı’ iddialarıyla ilgili Sakarya Toyota fabrikasından savunma isteyen Japonya’daki Boshoku Başkanı Toyoda, “Detaylı inceleme yaptık. Geleneklere saygılıyız” dedi.


Otomobil firması Toyota'nın işe alımlarda dini inanç sorgulaması yaptığı, namaz yasağı uyguladığı iddiaları üzerine Japonya'daki Toyota Boshoku Başkanı Shuhei Toyoda açıklama yaptı.

Toyoda, ‘'Toyota'nın Adapazarı fabrikasında, işçilerin dini inançları yüzünden işten atıldıkları'' iddiasıyla ilgili olarak kendisine mektup yazan TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün'e, Japonya'dan cevabi mektup gönderdi. Toyoda, ‘'Sayın Bay Üstün'' diye başlayan mektubunda, komisyonun gönderdiği iki mektubun kendilerine ulaştığını ve Toyota Boskoku'nun üst düzey bir yetkilisi olarak içeriğini ciddiye aldığını söyledi. Devam eden işbirliği ve Türkiye'deki iş faaliyetlerini desteklediği için Türkiye Cumhuriyeti'ne şükranlarını sunan Toyoda, komisyonun araştırmaları üzerine, Toyota Boshoku Türkiye'nin önemli gerçekler ve kanıtları içeren detaylı bir cevap sunmasını onayladıklarını kaydetti. Toyota Boshoku Türkiye'den, acilen iç denetim yapıldığını belirten ve dinsel ayrımcılığa ilişkin insan hakları ihlallerinin olmadığını doğrulayan raporu aldıklarını ifade eden Toyoda, şunları kaydetti:

İnsan haklarını önemsiyoruz

“Toyota Boshoku Grubu, Türkiye'yi de içerecek şekilde dünya genelinde 24 ülkede, 92 tesiste faaliyet göstermektedir. İş faaliyetlerinin yürütülmesinde bizim temel felsefemiz, her ülkenin ve bölgenin kültürel değerlerine saygı göstermek ve evrensel bakış açısını sürdürürken bu konuları açık fikirle kabul etmektir. Adapazarı ve Sakarya'da büyük sayılarda işçi çalıştıran şirketimizin; çalışanlarının insan haklarını korumaktan, onların sağlıklarını ve refahlarını iyileştirmekten ve yerel topluluklarla uyumlu işbirliği yapmaktan sorumlu olduğu yönünde güçlü inancımız bulunmaktadır. İyi bir tüzel kişi vatandaş olarak kabul edilebilmek için kanunlara sadık kalmaya, her bir bölgenin geleneklerine ve kültürlerine saygı duymaya devam edeceğiz.” Toyota Otomotiv Sanayi Başkanı Akio Toyoda da ‘'Sayın Bay Üstün'' diye başlayan mektubunda, “Vurgulamak istiyorum ki Toyota Otomotiv'in temel politikası; işimizdeki insanların insan haklarına saygı göstermek ve ‘insanlar için saygı' felsefemizi her bir ülkenin kültürüne, geleneklerine, tarihine saygı göstererek yürütmektir” dedi.

İşçiler TBMM'ye şikayet etmişti

TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı A. Sefer Üstün, Toyota'nın Adapazarı Fabrikası'ndaki bazı işçilerin, ‘dini inançları yüzünden işten atıldıkları ve ağır şartlarda çalıştırıldıkları için sakat kaldıkları' iddiasıyla, komisyona gönderdiği dilekçeler üzerine, Toyota Başkanı ile Toyota Otomotiv Sanayi Başkanı'na ayrı ayrı mektup yazmıştı. İşçiler, işe alımlarda “namaz kılıyor musun, oruç tutar mısın, domuz eti yer misin” gibi sorular yöneltildiğini iddia etmişti.

Star
Haber Vaktim.com




mazhar

Başörtüsü ve görüntü kirliliği

Medyada takip etme imkanı olmamışlar için açıklayalım: Geçtiğimiz hafta yayına giren ve Şule Yüksel Şenler hanımefendinin aynı adlı eserinden uyarlanan Huzur Sokağı dizisinin oyuncuları bir kanalda dizi ile ilgili bir programa katılmışlardı. Programın sunucusu Selin Ongun'du. Selin hanımı tanırım, medya dünyasında başörtüsü konusunda duyarlılığını bildiğim, başörtülü kadınların hak ettikleri yere gelmesini savunan bir gazetecidir. O sorularını yöneltiyor, Huzur Sokağı ekibi cevaplıyor. Bir ara baş rol oyuncusu hanım senaryoyla ilk tanıştığında sette görüntü kirliliği oluşturacağı endişesi taşıdığını ama öyle olmadığını söylüyor. Başörtüsü ve görüntü kirliliği aynı cümlenin içinde kullanılıveriyor. İster light bir yorum isterse konuya girişte bir geçiş cümlesi olarak yorumlayın farketmez, oyuncu hanım sözlerine işin profesyonel oyunculuk yönünü vurgulayarak devam ediyor. Başörtüsünün görüntü kirliliğinin müsebbibi olduğu noktasında adeta programda herkes hemfikirmiş gibi bir durum oluşuyor, başörtüsü ve görüntü kirliliği tamlaması "tanınmadan" geçiliyor.


Burada amacım bu iki oksimoronik yani içten tezatlı, birbirine çelişen yani biri varsa diğerinin olamayacağı iki kavramın, olgunun bir arada kullanıcısını linç etmek değil. Aktris hanımın başörtüsü ile ilgili ne düşündüğü beni çok da ilgilendirmiyor. Zaten Selin Ongun konuyu başörtüsüne getirdikçe oyuncu hanım verilen rolün hakkını vererek oynamaktan söz ederek cevaplıyor. Yani başörtüsünü rol gereği takılması gereken bir şey olarak değerlendiriyor olabilir. Öyle olsun veya olmasın, dediğim gibi beni hiç ilgilendirmiyor. Ama şu beni ilgilendiriyor: Bir soru üzerine ortaya çıkan bu Fraud'yan slip yani bir zihin kaçamağı, zihinde olanın dışa vurumu olan bu ağızdan çıkıveren yorum nasıl oluyor da bu kadar kanıksanabiliyor, ağızdan kaçıverdiği kadar da hiçbir karşılık bulmadan gülüp geçiliveriyor....


Benim üzerinde kafamızı yormamız gerektiğini düşündüğüm olayın kendisi ve bu iki olgunun bir araya getirilebilmesi kadar buna programda hiçbir itirazın yükselmemesi. Yine amacım Selin hanımı veya ekibin diğer üyelerini niye bu çirkin yakıştırmaya sessiz kaldılar diye sormak değil ama şu: Neden sessiz kalınabildi, kalınabiliyor, yani ben faillerden ve mefullerden çok fiilin kendisiyle ilgileniyorum. Yani nasıl oluyor da veya daha doğru bir ifadeyle bu ülkenin ideolojisinde nedir ki

bir) başörtüsünün görüntü kirliliği oluşturacağı kanısı, endişesi, sebeb-sonuç ilişkisi oluşmuştur
iki) bu ilişki ne zaman ve nasıl şekillenmiş, zaman içerisinde nasıl kök salmış ve benimsenmiştir

ve üç) bunu olduğu gibi kabul edebilen, kayda bile almayan, sonuç itibariyle de itiraz etmeyen ama başörtüsünü savunan kitleyi de içinden çıkartabilmiştir.


Sıra ile bu sorulara cevap verdiğimizde cumhuriyetimizin başörtüsünü geçmişe hapsettiğini, onu görüntü kirliliği ile eşleştirirken açılıp saçılmayı tam tersi "temizlik" olarak addettiğini, böylece de kimi zaman zorla (Ankara Valisi Nevzat Tandoğan örneğinde olduğu gibi) kimi zaman da teşvik metodlarını (CHP kadın kollarının 1940'larda oluşturduğu seyyar gardroplarıyla kadınları çarşaflarından "arındırmak" için yollara düşmeleri gibi) devreye sokarak başörtüsünü ötekileştirdiğini görüyoruz. Başörtüsü yasağı ile de bunu pekiştirince ortada başörtülü falan kalmıyor yıllar içinde. Sonra kentsel bölgelerde belirginleşen başörtülüleri de iç düşman ilan ediyor Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar aracılığıyla... Asıl benim hayretimi mucip olansa üçüncü soru... Aklı selim sahibi olan yani yasağın karşısında duranlar bile böyle çirkin bir yakıştırmayı yadırgayamıyorlar henüz. Çünkü henüz insanları din, dil, ırk benzeri özelliklerinden dolayı aşağılamayı, küçük görmeyi yadırgayan, ayıp sayan ve daha da önemlisi suç sayan ne siyasi ne popüler kültürümüz var. Çözüm? Çözüm eğitim ve cezai müeyyidede. Birincisi için ana sınıfından itibaren mevzu bahis konularda yorum yapmanın ayıp, günah ve yanlış olduğu çocuklara öğretilecek ki büyüyüp de televizyona çıkınca espri mahiyetinde böyle ulu orta konuşmasınlar. İkincisi için de nefret suçları tanımının yeni Anayasa'da yer alması gerekir.
Habervaktim.com.Merve Kavakçı

mazhar

İslâma hakarette özgürlük Atatürk'te ceza!

Patronu onu, önce yazılarını "azaltma" cezası ile cezalandırdı.

Adam, gazetede "istenmediği"ni anlamadı.

Kof kafalıdır biraz..

Sonra, yazılarına tümü ile son verildi.

Köşesinden yaptığı saçmalıklara son verildi ama..

Yazı işlerindeki görevi ve imzasını atmadan çıkardığı başlıklarda pislik saçmaya devam ediyor.

28 Şubatçı bir diğer utanmaz Fatih Çekirge ile arasındaki ilişki sayesinde, Hürri­yet'in internet sitesinde, yorumlarını da, patrona çaktırmadan yayınlatıyor.

Dün de Fazıl Say'ın duruşması sonrasında, bir yorumu yayınlandı..

O yorumda, şöyle diyor utanmaz Tufan Türenç:

"Şimdi sıra Fazıl Say'da.

Şimdi onu mahkeme önüne çıkardık. 'Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağıla­mak…' filan gibi abuk-subuk suçlamalarla dava açtık ve yargılamaya başladık."

Say'a açılan davayı eleştiriyor, üstelik "dini değerleri aşağılama" için de, "abuk subuk suçlama" tanım­laması yapıyor, beyefendi…

Dahası, "En acı olanı Fazıl Say'ın bir dünya sanatçısı olduğunu Türkiye'yi yönetenler, ona dava açan savcılar ve onu yargılayan yargıçlar bilmiyor. Düşündürücü ve vahim olan da bu." diyerek, hakim ve savcıları da tahkir ediyor.

Kısacası, İslâm dinine hakaret sözkonusu olunca, hakaret edeni savunup, "Niye yargılıyorsunuz ki?" di­yor, bu utanmaz adam.

Adamın "özgürlük çıtası"nda, her türlü düşünceye "sınırsız özgürlük" olsa..

"Kendi içinde tutarlı" der es geçerim..

Ama bu utanmaz adamın, 28 Şubat'ın tantanalı günlerinde yazdığı bir yazıdan alıntı yapayım.

İşine gelince, insanları konuşmalarından dolayı mahkemeye çıkarmaya ne kadar meraklı olduğunu, sa­dece mahkemeye çıkarma değil, dünyayı zehir etmek için nasıl çabaladığını gösterip, ahlâksızlığı birlik­te tescillemiş olalım.. 30.10.1998 tarihli yazısından: "Birden ekranda kapkara suratlı bir adam belirdi.

Simsiyah, düzensiz, yağlı sakallı, suratından melanet akan bu adam, kenef gibi ağzını açarak, cumhuri­yete ve Atatürk'e sövmeye başladı.

Adamın düşüncelerini bir tarafa bırakın, görüntüsü tiksindiriciydi.

2000'e iki yıl kala hem kafasıyla, hem görünümüyle böyle bir çağdışı yaratığın .. Belediye Başkanı ol­ması şaşırtıcıydı."

Evet, Reha Muhtar'ın, İktisat Bankası'nı hortumlayan televizyonun ekranlarına çıkıp, birilerinin eline tutuşturduğu videoyu izlettirmesi sonrasında yazıyor, bu seviyesiz yazıyı, Tufan Türenç!

Bırakın Fazıl Say'ın İslâm dinine yönelik açık hakaretlerini..

Çok sıradan bir eleştiri; İslâm dinine değil de, Atatürk'e yönelik yapılınca, böyle pis ifadelerle saldırı­yor beyefendi..

Hiç demiyor, "Abuk-subuk suçlamalarla insanları mahkeme önüne niye çıkarıyoruz."

Demiyor. Ve Atatürk'e hakaret ettiğini iddia ettiği siyasetçi hakkında, en ağır küfürleri yaptıktan son­ra, yargıyı şöyle göreve çağırıyor: "Bu sapık açıklamalar, Ankara'yı da harekete geçirdi ve kara suratlı adam, İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alındı.

Kuşkusuz yargının önüne çıkarılacak ve hesabını verecek."

İşte böyle..

Atatürk'e hakaret edildiği ileri sürülürse, muhatap kişinin halk tarafından beğenilerek.. Oy verilerek se­çildiği.. Kasetteki konuşmanın, yıllar önce yapıldığı.. İfadelerde suç olsa bile, zamanaşımının çoktan dolduğu.. Eleştirinin hakaret boyutunda olmadığı hiç düşünülmeden..

Hem "görevden alma"..

Hem de "yargının hesap sorması" öneriliyor, bu yönde tahrikte bulunuluyor..

Ama hakaret edilen İslâm dini olunca..

Bu sefer tam tersi bir tavırla ortaya çıkıp, "Ne var yargıya gidecek" deniliyor.

Ahlâksızlık değilse, nedir bu?

İslam dinine karşı bir düşmanlığın izdüşümü değil mi bu?

Atatürk'ü seviyor olabilirsiniz.

Ona "söz söyletmeme" kararlılığında olabilirsiniz..

Ama bırakın da, dünya genelinde milyarların gönül verdiği bir dine hakaret edildiğinde, o küfürbazlar­dan iki satır ifade alınıversin..

Bir ölmüş "insan" kadar değeri yok mu, milyarların inandığı İslam dininin?

Yoksa, bu halkı siz, hepten aptal mı sandınız?

Onun için mi böyle, ikiyüzlülük yapıyorsunuz..
Haber vaktim.com.Ali Karahasanoğlu