İslam Düşüncesi demek doğrumudur?

Başlatan afka, 06 Ekim 2007, 23:52:48

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

afka

İlahiyat camiasının çok sık kullandığı bir kavram.Peki ne kadar masum oluırsa olsun islam düşüncesi demek doğrumudur?
Felsefe faydalımdır?
Sünnet, "Asrı Saadeti" çağa taşımaktır

tibet

Felsefe, bir konu üzerinde insanların akıl ve mantık yolu ile inceleme ve araştırmalarla elde ettikleri sonuçlardır. Her şeyin aslını arama ve ne için var olduğunun sebebini bulmak için çalışma demektir. Bir insanın ne kadar ilmi olursa olsun, yanlış düşünebilir veya yaptığı araştırmalardan yanlış sonuçlar çıkarabilir. İşte bunun içindir ki, felsefe, hiçbir zaman kesin sonuçlar vermez. Bir de, bunu işiten insanın kendi akıl ve mantık süzgecinden geçirmesi gerekir.Felsefe, din, ruh ve ictimai bilgi cahillerinin, bu bilgilerden, kendi kısa akılları ile ve zamanlarındaki fenni keşiflere göre, anladıklarına, yani bozuk düşüncelerine denir.

Dinimizdeki nasslar ise kesindir, tartışılmaz. Bu bakımdan, dinimizde felsefenin yeri yoktur. İslam felsefesi, İslami felsefe ifadeleri de uygun değildir.

İslam düşüncesi, İslami görüş, İslam nazariyesi gibi ifadeler de, hiç uygun değildir. Nazariye, akli, zihni esaslara dayanan görüş, teori demektir. Dinimiz bir görüş, düşünce değildir. Dinimizdeki bütün hükümler kesindir, bunlar üzerinde tartışılmaz, yorum yapılmaz, görüş bildirilmez.

İslam peygamberi, İslam’da nikah, İslam’da namaz ve İslam’da oruç gibi ifadeleri ise, dinimize dıştan bakmayı gösterir. Sadece gayrimüslimle konuşurken, o İslam’da nikah şöyle derse, biz ona cevap olarak, hayır İslam’da nikah öyle değildir diyebiliriz. Böyle bir durum olmadan İslam’da nikah, İslam’da oruç demek uygun olmaz. Sanki kendimiz, Müslüman değilmişiz gibi bir anlam çıkabilir.....

Lika

Öncelikle Felsefenin günümüzdeki birkaç açılımına gözatalım:

..
Mehmet İNEKÇİOĞLU,İslam felsefe değildir yazısında konuyu şöyle ele almış,özetle:

"Din Allah tarafından gönderilen, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen ayetlerin toplamıdır. Ayetler Allah’ın sözü ve mutlak hakikattir.
Felsefe ise insanların duygu ve düşünce dünyasının ürünüdür. Salt akıl ise duyguların esiridir, akıl ya iyi duyguların, ya da kötü duyguların esiridir. İyi duygular: İman, izan, irfan, merhamet, hayâ, müsamaha, tevazu, hilm, şecaat, cesaret, basiret vb duygular. Kötü duygular: Kin, nefret, riya kibir, haset, ucup, şehvet, şan şöhret dünya sevgisi vb duygulardır.


Felsefe ıslah edilmeyen kötü duyguların esiri olan aklın ürünüdür. Felsefe ‘nedir’ sorusunu sorar karşılığında aklın kabul edeceği somut cevap ister, verilen cevaplar somut değilse reddeder. Aslında akıl beş duyu organlarının algılayarak verdiği cevaplar sonucunda bir şeyin varlığına evet veya hayır der. Yani göz görecek, kulak duyacak, burun koklayacak, dil tadacak, el dokunacak ki evet desin.


Eğer göz görmezse, kulak duymazsa, burun koklamazsa, dil tadamazsa, el dokunamazsa hayır der. Ama duyu organlarımızın algılama kapasitesi sınırlıdır. Gözün görebilmesi için ışığın belli bir kırılımı gerekir, kulak frekansı 20 ile 20000 arasıdaki sesleri duyabilir, elin algılaması için maddenin katı sıvı veya gaz halinde olması gerekir, dil ve bururunun da duyu kapasitesi sınırlıdır.


Hâlbuki doğada öyle sesler, görüntüler, kokular vardır ki biz onları göremiyor duyamıyor koklayamıyor tadamıyor ve dokunamıyoruz. Biz bunları algılayamadığımız için buların varlığına yok diyemeyiz. Örneğin: Karıncanın ayak sesini duyamayız ama var, çünkü fizik kuralına göre hareket olan her yerde ses olur. O halde akıl hüküm vermede yanılabilir, hata yapabilir.
Felsefe ilmiyle uğraşanlara filozof denir. Kur’an, sünnet ve hadis–i şeriften feyiz ve muhabbetini alamayan filozoflar her dönemde vahyin mutlak hakikatleriyle çatışmış Allah’ın ayetlerini inkâr etmişlerdir. Hatta filozoflar fikir tartışmalarında ünlü İslam âlimlerini dahi etkilemişlerdir İbni–Sina, İbni–Haldun, İbni Rüşt, Farabi vb âlimler felsefenin etkisinde kalarak bazı ayetleri inkâr etmişlerdir.


Mesela İbni Sina “mantık olarak ölen insanın çürüyen ve yok olan vücudu nasıl olur da dirilir bu mümkün değil” diyerek öldükten sonra dirilmeyi kabul etmemiştir. İmam–ı Gazali İbni–Sina’nın bu görüşünden dolayı kâfir olduğunu söyler. Gerekçe olarak “Allah’ın bir ayetini inkâr eden ayetlerin hepsini inkâr etmiş gibidir” ayetini gösterir.
Günümüzde ilahiyat tahsili gören bazı ilahiyatçılar da felsefenin etkisinde kalarak ayetlerin bazılarının tarihsel olduğunu Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili ayetlerin Asr–ı Saadet dönemine ait Yahudi ve Hıristiyanları kapsadığını, günümüz Yahudi ve Hıristiyanlarını bu kapsam dışında olması gerektiğini, dolayısıyla bu ayetlerin yeniden yorumlanması gerektiğini söylemektedirler.


Dinlerarası diyalog masalının etkisinde kalan papaya yazdığı mektupta papalık konseyi misyonun parçası olduğunu söyleyen bazıları Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili ayetler çok serttir bunları biraz yumuşatmamız gerekir demektedir. Bir başkası benim dinim haktır demek en büyük kafirliktir demektedir....Halbuki Allah Kur’an’da “Allah katında tek din İslam’dır” der..."


Bu yazıda açıkça felsefenin insan ve bilhassa İslamî çevrede nasıl vahim durumlara sebebiyet verdiğinin birkaç öğreniğini görebiliyoruz...


...

şimdi de  Ege Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Arslan'ın Aksiyon Dergisine verdiği röportajda İlahiyatçılar ve felsefe konusundaki ilginç tespitlerine bir bakalım:


"Ege Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Arslan bugünlerde ilk iki cildi piyasaya çıkan, tamamı beş ciltte tamamlanacak olan İlk Çağ Felsefesi Tarihi eserini yazmakla meşgul. “Arkasından İslam geliyor. Hayatımın projesi olarak onu düşünüyorum. Gündelik hayat çok oynak. Doğru tahmin yapsan ne olur, yanlış tahmin yapsan ne olur.” diyor. O her an değişmekte olan gündelik hayata dair analize pek iltifat etmese de felsefeyle harmanlanmış bir kaçamak bakışa hayır demiyor. Biz de kendini işine vermiş bir felsefeciyle konuşma şansını kullandık. Ahmet Arslan, “Benim çevremdekilerin yüzde 80’i böyle; Batılı yaşam tarzına sahipler ama Batı karşıtları. Bu anlaşılır bir şey değil. Delice bir şey.” diyor. Neyi mi kast ediyor?

-Felsefe yapıyoruz, yazıyoruz da acaba bununla kim ilgileniyor diye soruyor musunuz hiç?

Hayır, sormuyorum. İnsanların beni okumasını şüphesiz isterim, ama pek çok insan tarafından okunmadan da yazmaya devam edebilirim. Ressam, yaptığı resim insanlar tarafından satın alınsın diye resim yapmaz. Orhan Pamuk’un Nobel ödülü ile ilgili yaptığı konuşmada neden yazdığı sorusuna verdiği cevap benim için de doğru. Filozofları okumayı, onların düşüncelerini anlamayı seviyorum. Anladığım şeyleri duymak ve dinlemek isteyen gerçek veya muhayyel okuyuculara aktarmayı da… Kaldı ki o kadar çok okunmadığımı da düşünmüyorum. Yazdığım Felsefeye Giriş kitabı sekiz baskı yaptı. Diğer kitaplarım da en azından iki veya üç baskı yaptı. Felsefe öğrencilerine beni sorarsanız, bilemeyebilirler ama ilahiyatçılar tanır. Çünkü Türkiye’de son yıllarda en çok ilahiyatçılar felsefe okuyor artık. Eskiden solcular da okurdu. Muhtemelen ortada ya fazla solcu kalmadı veya devrim yapma şansları azalınca solcular da kitap okumayı kesti. Geri kalan kitle zaten pek akademik ve entelektüel şeyler okumuyor.

-İlahiyatçıların en çok felsefe okuyan kesim olması ilginç.

Osmanlı’da medresede felsefenin konumu ne ise, şimdiki ilahiyat fakültelerinde de aynı. Ama ilahiyat öğrencilerinin kendileri değişti. Yaşadıkları çağı anlamak için geleneksel dinî bilimlerden aldıkları bilgilerin yetmediğini fark ediyorlar. Dünyayı anlama ve tanıma ihtiyacını duyuyorlar. Peki, neyle tanıyacaklar? Sosyolojiyle, psikolojiyle, en çok da, ruh ve zihin dünyalarına en uygun düşen felsefeyle. Çünkü ilahiyatın kendisi teoloji. Teoloji ise felsefenin varlığı en uzun süren dalı. Felsefenin pek çok dalı kalktı, yerini bilimlere bıraktı, ama teoloji her şeye rağmen teoloji olarak devam ediyor. Kimse bir bilim anlamında tanrıbilim yapmaya da kalkmıyor; çünkü böyle bir tanrıbilim mümkün değildir. Dolayısıyla ilahiyatçıların kavram, akıl, argüman, konuşma düzeyinde en fazla ilgilendikleri şey felsefenin teoloji kısmı olmak durumunda.

-İslam dünyasının hiçbir zaman olmadığı kadar felsefeyle iç içe olduğunu düşünüyor musunuz?

Düşünüyorum, ama “hiçbir zaman olmadığı kadar” ibaresi doğru değil. İslam dünyasının Ortaçağ’da Yunan felsefesiyle önemli bir teması oldu, biliyorsunuz. İslam dünyasında, felsefeyle din veya felsefeyle toplum arasındaki ilişkilerin genel olarak entelektüel hayata imkân verecek bir şekilde oluşturulamaması sonucu bir noktadan sonra felsefî hayat durmuştur. Başka yollarla kendini ortaya koyuyor olmasına rağmen felsefenin kendisi olarak ortada yoktu. Bunun başlıca nedeni, toplumun felsefeye ihtiyaç gösteren bir yapıya sahip olmamasıydı. Siyaseti düşünmenize gerek duyacağınız bir ortamdan dolayı siyaset felsefesine ihtiyaç vardır. Mesela şu an da siyaset felsefesi yapılabilir. Çünkü siyaseti düşünmek zorundayız. Basın var, siyasi partiler var, üniversiteler var, birbirinden farklı ideolojileri temsil ediyorlar. Suudi Arabistan’da siyaset felsefesi yapılabilir mi? Bir, niye yapılsın? İki, nasıl yapılsın? Tabii bununla Osmanlı Devleti’nin bir Suudi Arabistan olduğunu söylemek istemiyorum. Helenistik dönemde ve Roma’da da ahlak felsefesi, din felsefesi olmuştur, ama siyaset felsefesi olmamıştır.

"


Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Lika

İlahiyat fakültelerinde yetişen hocalar,nesiller maalesef felsefenin en çok etklinediği ve bunun da sonucu olarak İslâmi çevrede en çok yara alınmasına sebebiyet verdiği kesimi oluşturuyor...

Felsefe,kimilerine göre hikmet ilimi!! Ancak salt akıl kaynaklı ilerlenen bu yol ,aslında hikmete değil kişilerin büyük bir uçurumun kenarına sürüklemektedir...İmamhatiplerde öğrenciler,felsefeden aldığı büyük yaralarla zihni dağılan ilahiyatçıların belli belirsiz fikirleri karşısında hem şaşkın hem de zihnen ne yapacağını bilmez hallerde,soruların girdaplarında kendilerini buluyorlar...

Her zaman kendi içimde sorguladığım bir husus olmuş,İlahiyat fakültelerinde neden felsefe okutulur?

Aslında cevabı bulmak da hiç zor değil....
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

afka

Bir ilahiyatçı olarak katılıyorum yorumunuza.Asıl anlatamadığımız nokta vahiy gibi muteşem bir kültür birikimini bırakıp birbirinin yanlışını çıkarma üzerine kurulmuş ve salt aklı tek yol kabul eden anlayışın vahiyden uzaklaşması.Yoksa elbette düşünme,akletme kimsenin itiraz edemeyeceği kavramlardır.
Sünnet, "Asrı Saadeti" çağa taşımaktır

Lika

#5
Düşünmek elbetteki İnsan olmanın ve dahi Âdem olabilmenin bir gereği..Ancak "vahiy" eksenli düşünceler kişiyi hakiki hikmete yönlendirip ve dahi tefekkür dediğimiz güzelliklere kavuştururken, salt aklın pusulası ile gidilen felsefe  denen dipsiz çukur sahiplerini ancak felakete sürüklemektedir(!)

Tabii sözkonusu kesim bir de genele hitap eden,geneli etkileyen ,ki bilhassa günümüzdeki kesim olunca durumun vehameti daha aşikar gözönünde ne yazıkki...

Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Fatihan

“Din”mi,” “Düşünce”mi? / Dr. Ebubekir Sifil

“İslâm dini” ile “İslâm düşüncesi” arasındaki fark nedir?

Fırkalaşma olgusunu gereği gibi anlayabilmek için yukarıdaki sorunun cevabını net olarak vermek kaçınılmazdır. “İslâm dini”, temel belirleyicileri bakımından “seküler” beşer inisiyatifinin sıfır noktasında olduğu alanı anlatırken, “İslâm düşüncesi” tabiri, beşer inisiyatifi temelinde şekillenen bir alanı ifade etmektedir.

Yukarıdaki cümlede “seküler” kelimesinin tırnak içinde verilerek vurgulanması şu anlama geliyor: Din’in içtihada açık bıraktığı sahada “ehil kimseler” tarafından yürütülen içtihad faaliyeti, Allah Teala’nın ve Resulü’nün muradına ulaşma gayretinin ifadesi olması dolayısıyla “dinî” bir faaliyettir. “Müçtehidlerin hepsi isabetlidir” diyen –ve Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî’nin çoğunluğu oluşturduğunu söylediği– ulemanın bu yaklaşımının izahı da ancak böyle mümkündür. İçtihad etmek de, fetva vermek de tamamen “dinî” faaliyetlerdir.

Kur’an ve Sünnet yanında İcma ve Kıyas’ın oluşturduğu “aslî deliller” kategorisi, ahkâmın naklî zeminini teşkil ettiğinden, “Edille-i Şer’iyye”nin bu kısmında “düşünce” faaliyetinin belirleyiciliğinden söz etmek doğru değildir.

Buna mukabil, ahkâm sahasının şurasını-burasını, “çağa uymuyor”, “ele-güne izah edemiyoruz”, “bizi sıkıntıya sokuyor”… gibi gerekçelerle tadil etmeye kalkışmak –bu işi yapanlar zahiren içtihad ehliyetini haiz olsa dahi– “dinî” değil, “dünyevî” yani seküler bir faaliyettir. Dolayısıyla “İslâm düşüncesi” tabirinin kapsam alanına girer.

Denebilir ki: Kur’an, Sünnet ve İcma’ı anladık da, Kıyas niçin “naklî deliller” kategorisinde olsun?

Bu önemli sorunun cevabı şöyle verilebilir: Kıyas, nasslarda hükmü bulunmayan bir meseleyi, aralarındaki illet birliği dolayısıyla nasslarla hükme bağlanmış bir meseleye benzeterek hükme bağlamak olduğundan, temeli yine nassa dayanmaktadır.

Buna da şöyle itiraz edilebilir: Kıyas yapabilmek için, söz konusu iki hüküm ve illet üzerinde kafa yormak kaçınılmaz olduğuna göre, burada bir “beşer faaliyeti” yani “düşünce” söz konusu değil midir?

İşte burası meselenin “inceldiği yer”dir. Zira “düşünce” tabirinin muhtevasını oluşturan “kafa yorma”, “anlamaya çalışma”, “tahlil ve terkip yapma”… gibi faaliyetler esasen Kur’an ve Sünnet bağlamında da bahis konusudur. Bu iki kaynak akıllı insana hitap ettiğine ve aklı olmayanın dini olmadığına göre, Kur’an ve Sünnet’i niçin “naklî deliller” kategorisine sokuyoruz? Sonuçta onların ne dediği de beşer faaliyetinin sonucunda ortaya çıkmıyor mu? Öyleyse buradan, “İslâm dininin beşeriliği” sonucuna mı varmalıyız?

İşte burada, işleyiş sistemini naklî delillerin belirlediği akıl ile diğerlerini birbirinden ayırma zarureti ortaya çıkıyor. Söz gelimi mucizeyi inkâr eden akıl Kur’an ve Sünnet’e dayandığını söylese de “İslâmî akıl” değildir. Şu halde dönüp dolaşıp yine naklî delillerin oluşturduğu zemine geliyoruz.

Meseleyi bu zeminde değerlendirmezsek, Kur’an’ı şahsî görüş ile tefsir edenlerin isabet etse de hata ettiğini söyleyen ve onları kötü bir sonun beklediğini haber veren Nebevî uyarıları anlamakta müşkilat çekeriz. Kur’an tefsiri ile iştigal ettiği halde Sünnet’e ittibayı, mucizeyi, şefaati… inkâr eden kimselerin varlığı, bize, aynı zamanda, hepsi de aynı kaynaktan beslendiği halde bu kadar Kelamî fırka nasıl ortaya çıktığı sorusunun cevabını da vermektedir.

İşte bunun için “İslâm düşüncesi”, “İslâm dini”nden farklıdır

afka

Ebu Bekir Sifil hocanın bütün yazılarını okurum Allah kendisinden razı olsun tavsiyede ederim.
Düşünce insana ait bir kavramdır.Zaten CenabıHak "ol " der olur herşey.Neki Allah yaratmıştır herşey bizim için mükemmeldir.
Sünnet, "Asrı Saadeti" çağa taşımaktır