“KUR’AN YOLU” isimli Türkçe meâl ve tefsir…

Başlatan Fatihan, 21 Temmuz 2012, 21:57:22

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Fatihan

"KUR'AN YOLU" isimli 5 ciltlik Türkçe Meâl ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 4 ilâhiyat profesörüne hazırlattığı 590'ıncı eseri. Başkanlığın kaynak eserlerinin de 32'ncisi. Yani Başkanlık tarafından Müslümanlara "Kaynak eser" olarak takdim edilen bir eser. Ne derece kaynak bir eser olduğunu, "Bu anlatılan yol "KUR'AN YOLU" olamaz" başlıklı makalemizde bir nebze anlatmaya çalışmıştık. Bu makalemizde aynı konuya devam edeceğiz.
Diyanet, kitabın başındaki TAKDİM yazısında, "Elinizdeki tefsir, günümüz Müslümanlarının ihtiyaçları göz önünde bulundurularak ve klasik tefsir birikiminden yararlanılarak hazırlanmış değerli bir çalışmadır" diyor.
Diyor ama maalesef hiç de dediği gibi değil. Çünkü:
a- Bu tefsir, "günümüz Müslümanlarının ihtiyaçları göz önünde bulundurularak" hazırlanmış değil.
b- Bu tefsir, "Klasik tefsir birikiminden yararlanılarak hazırlanmış" değil.
Bu tefsir eğer "günümüz Müslümanlarının ihtiyaçları göz önünde bulundurularak" hazırlanmış olsaydı, mason olduğu bütün dünya tarafından bilinen Abdüh gibi, M. Reşit Rıza gibi kimselerin görüşleri bu tefsirde yer almazdı.
Eğer öyle olsaydı, Peygamberimiz'e ve Kur'an'a inanmayan Hıristiyan ve Yahudilerin de cennete girecekleri iddiasında bulunan Süleyman Ateş gibi kimselerin görüşleri bu tefsirde yer almazdı. 
Eğer öyle olsaydı, bu tefsirde zina hükmünde olan müt'a nikâhına ruhsat verildiği yazılmış olmazdı.
Çünkü günümüz Müslümanlarının böyle bir fetvaya yani harama yol verilmesine ihtiyaçları da yok talepleri de yoktur.
DİYANET'in yukarıdaki cümlesinde "Müslümanların ihtiyaç" deniliyor. Evet, ortada bir ihtiyaç var ama o ihtiyaç Müslümanların ihtiyaçları değil de yoksa bir yere konulması gereken bir ünlem işareti ihtiyacı mıdır? Sakın bu 5 ciltlik sözümona tefsirin isminin önünde bir ünlem işaretine ihtiyaç olmasın? Bu eserin ismi yoksa şöyle mi yazılmalı idi: KUR'AN YOLU(!)...   
Diyanet'in söylediği gibi, bu tefsir eğer "Klasik tefsir birikiminden yararlanılarak hazırlanmış" olsaydı, bu eserde mut'anın câiz olduğu fetvası yer almamış olacaktı. 
Bu eser,  2003 tarihli birinci baskı, 2. cild 34. sahifesinde, Nisâ sûresinin 24. âyet-i kerimesinin tefsirinde, müt'a nikâhına ruhsat/izin veriyor.
Klasik tefsir birikiminde ise böyle bir ruhsat yok!
Bu 5 ciltlik eserin her cildinin 4. sahifelerinde şöyle bir not var:
"Bu eserin basımı, Din İşleri Yüksek Kurulu'nun; 26/12/2002 tarih ve 229 sayılı, 01/05/2003 tarih ve 87 sayılı kararları ile uygun görülmüştür."
Merak ediyoruz, aşağıda okuyacağınız mut'a ile alâkalı ifadeleri Müslümanlar için kim veya kimler uygun görmüştür acaba?
Eserin ÖNSÖZ'ündeki şu cümle, bizi bu soruyu sormamıza zorluyor:
"Kur'an Yolu'nun, Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleri tarafından okunup tenkit süzgecinden geçirilmesi de esere yararlı katkılar sağlamıştır."
İmza: Heyet. Yani yazarlar heyeti.
Demek ki bu eser Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleri tarafından okunup bir de üstelik tenkit süzgecinden geçirilmiş. Ve buna rağmen müt'a nikâhına ruhsat verildiği hükmü kitaptan çıkarıl(a)mamış. 
Kitabın basılmasına karar verilen 2002 ve 2003 senelerinde DİB Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinin kimler olduğu cidden meraka değer. Çünkü müt'a ile alâkalı hükmü eserlerine alanlar, bundan ne derece mes'ul iseler ,bu eseri –sözde- tenkit süzgecinden geçiren Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleri de o derece mes'uldürler.
Bu nasıl bir tenkit süzgecinden geçirmektir ki eseri okuyanlardan hiçbiri "Müt'a câiz değildir" itirazında bulun(a)mamış.
İtiraz eden biri veya birileri olmuş da acaba itirazı kabul mü edilmemiş, onu da bilmiyoruz.
Böyle bir durum varsa, bu, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı'na Şiîliğin hâkim olduğunun ifadesidir. Çünkü müt'a sadece Şiîler tarafından meşrû görülmekte, ehl-i sünnet Müslümanlar tarafından ise zinâ olarak kabul edilmektedir. 
MÜT'A NEDİR?
Müt'a; bir kadınla bir erkeğin, bir ücret karşılığında, belirli bir süre karı-koca hayatı yaşamak üzere anlaşmalarıdır.
Müt'ada şahite lüzum yoktur, bildiğimiz nikâhlarda olduğu gibi şâhid falan yoktur. Erkekle kadın kendi aralarında belli bir ücret karşılığında anlaşırlar, o süre içinde beraber yaşarlar. Anlaşılan süre bitince de bu beraberlik biter. Ondan sonra sen sağ, ben selâmet...
Geçici nikâh olarak da anılan müt'a, Şiîlerin Zeydiyye kolu tarafından ve aleviler tarafından da kabul edilmemektedir.
Ehl-i sünnet inancına göre, şahit olmadan yapılan böyle bir anlaşma doğrudan doğruya zinadır. Zinâhanelerde, umumhânelerde de yapılan şey de zaten budur. Kadınla erkek oralarda belli bir ücret üzerine anlaşmaktadırlar.
Netice:
Müt'a; Şiîlere göre câiz ise de 4 ehl-i sünnet mezhebine göre asla câiz değildir. Peygamberimiz tarafından, Hayber Fethi sırasında câiz olmadığı söylenmiş ve yasaklanmıştır.
Şimdi gelelim,  KUR'AN YOLU tefsirinin müt'a hakkındaki hükmüne:
"...zina büyük bir günah ve suç kabul edilerek şiddetle yasaklandığından, devamlı evlilik kurma imkânından mahrum bulunan, fakat cinsî tatmin ihtiyacı içinde bunalıma düşen müminler için, böyle bir zarurete dayalı olarak müt'a nikâhına ruhsat verildiği ve bunun da istisnâî olduğu anlaşılmaktadır." ( 1. baskı, C: 2, s: 34)
Değerli okuyucular!
Dikkat ederseniz, cümlenin sonunda sadece "anlaşılmaktadır" denilmekte fakat "İslam âlimleri zarurete dayalı olarak müt'a nikâhına ruhsat/izin veriyor" denilememektedir. Çünkü İslam âlimleri tarafından verilen böyle bir ruhsat yoktur Onun için sayın yazarlar "anlaşılmaktadır" dereken sadece kendi kanatlarını ortaya koyuyorlar.
Aslında bu, kanaat ortaya koymak da değil, İslâmın 1400 senelik hükmünü ayaklar altına almaktır.
Uğraşıp didiniyor ille de bir ruhsat çıkarmak istiyorlar ya, ancak şöyle diyebilmişler:
"Cinsî tatmin ihtiyacı içinde bunalıma düşen müminler için, zarurete dayalı olarak müt'a nikâhına ruhsat verildiği, bunun da istisnâî olduğu anlaşılmaktadır."
Denilmek istenen şu:
a- Evlenemeyen ve cinsî tatmin ihtiyacı içinde bunalıma düşen Müslümanlar Müt'a yapabilirler.
b- Bu izin bütün Müslümanlar için değil sadece evnelemeyen Müslümanlar içindir.
c- Bu ruhsatın bir kaynağı yoktur, bu ruhsat sadece bizim anlayışımıza göredir.
İyi de siz kim oluyorsunuz? İ'rabtan mahalliniz de? Resulüllah Efendimiz'in yasakladığı bir fiile hangi hak ve salâhiyetle ruhsat veriyorsunuz?
Değerli okuyucular! Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, KUR'AN YOLU tefsiri, böyle bir ruhsat olduğunu yazan tek bir kaynak ismi ver(e)miyor. Söyleye söyleye ancak "anlaşılmaktadır" diyerek kendi anlayış ve kanaatını dile getiriyor. Böyle olunca da ortaya şöyle bir gerçek ortaya çıkıyor:
Müt'a hususunda; Peygamberimiz zamanında Hayber Kalesi fethinden beri gelen sayısız İslam âlimleri bir tarafta, zamanımız ilâhiyatçılarının hazırladığı KUR'AN YOLU isimli DİYANET tefsiri diğer tarafta...
Karar ve değerlendirme Müslümanların...
Bu meseleyle ilgili bir hatıramı aktarayım.
Tefsirin birinci baskısının yapılmasından sonraydı. Topkapı Eresin Otel'de İSAV'ın tertiplediği bir toplantıdaydık. Bahsettiğimiz KUR'AN YOLU isimli tefsirin yazarlarından İbrahim Kâfi Dönmez de oradaydı. Kendisine, ehl-i sünnete göre müt'anın câiz olup olmadığını sordum. Câiz olmadığını söyledi. "İyi ama sizin hazırladığınız tefsirde, bu verdiğiniz cevabın tersi yazıyor, orada siz müt'aya cevaz veriyorsunuz" dedim. "Hayır, öyle bir şey olmaması lâzım" dedi. Tefsirin ikinci cildi çantamdaydı, çıkarıp 34 sahifedeki müt'adan bahseden o paragrafı okudum. "Ben bundan bunu anlıyorum, siz ne anlıyorsunuz?" dedim. Bunun üzerine o paragrafı kendisi de okudu ve hak verdi ve yanlışlığı kabul etti.
İbrahim Kâfi Bey beyefendi bir insandır. Meseleye hakkaniyetle yaklaştı. "Haklısınız, ikinci baskıda bu meseleye dikkat edelim" dedi.
Tam bu sırada hatıra şöyle bir düşünce gelebilir: Bu eseri hazırlayanlardır birisi de kendisi olduğuna göre, nasıl olur da kitapta böyle bir yanlışlığın bulunduğunu bilmez. Bildiği halde yoksa bilmezlikten mi geldi? Hayır! Kanaatım odur ki bilmezlikten gelmiş değildi!
Eserde böyle fâhiş bir hatanın yer aldığını gerçekten bilmiyor olabilir. Çünkü eser 4 kişi tarafından kaleme alınmış olup her bir kısmını başka birileri hazırlamıştır. O kısmı kendisi hazırlamamış ve bilgisi olmamış olabilir. Şahsî kanaatım odur ki, müt'a ile alâkalı o satırlar Sayın İbrahim Kâfi Dönmez'in kaleminden çıkmış değildir. Eserde ismi geçenlerden Sayın Mustafa Çağrıcı'nın kaleminden çıktığı kanaatında da değilim. Sadrettin Gümüş hakkında ise tereddütlüyüm. Geriye kala kala Hayrettin Karaman kalıyor...
Bu, "Müt'a nikâhına ruhsat verildiği anlaşılmaktadır" sözü yoksa Hayrettin Karaman'ın mı?
Diğer eserlerinde serdettiği görüşler ve umûmi tavrı, müt'a hakkındaki yanlış ve insanı kötüye götürecek cümlenin Hayrettin Karaman'a ait olduğu düşüncesini getiriyor insanın kalbine.
Peki o değil, bu değil, peki hangisi yazdı bunu?
Eğer Sayın Karaman böyle bir cümlenin ve kanatın sahibi değilse, buyursun açıklama göndersin biz de yayınlayalım.
Fakat Karaman hakkında bu hususta da ümitsizim. Çünkü daha önceleri de yenilir yutulur cinsten olmayan hatalarından dolayı kendisini müteaddit defalar tenkit ve ikaz ettiğimiz halde, özür dilemek şöyle dursun, güya cevap vermek gayretiyle meseleyi ilgisi olmayan taraflara çekmekten ve demagoji yapmaktan başka bir şey yapmadı.       
Değerli okuyucular! Kim yazarsa yazsın, bu meselede en çok suçlanması gerekenler, bu eseri –güya- tenkit süzgecinden geçiren Din İşleri Yüksek Kurulu üyeleridir. Nasıl olur da bu mesele hepsinin gözünden kaçar!!??.. 
Sadede geleyim.
O seneler köşe yazarlığı yaptığım gazetede de müt'a ile alâkalı yukarıdaki hükmü tenkit eden yazılar yazmıştım. Sonradan duyduğuma göre, benden başka kimseler tarafından da müt'a meselesinden dolayı tenkitler gelmiş. Bunun üzerine, ikinci baskıdan itibaren müt'aya ruhsat/izin veren o satırlar tefsirden çıkarıldı.
Öyleyse, madem öyle yapmışlar, "Ne güzel işte. Hatalarını kabul edip düzeltmişler, hatadan dönmek de bir fazilettir " demek icap etmez mi?
Hayır! İcap etmez. O satırların diğer baskılarda çıkarılması iyi, güzel de ilk baskının yaptığı tahribat ne olacak?
İlk baskıyı okuyanların düştükleri yanlışlar ne olacak?
İlk baskıyı okuyanlardan tek bir kişi bile o satırları okuyup yanlışa düşmüşse, bunun vebali ve meydana getirdiği tahribat ne olacak?
Dolayısıyla, yanlışı kabul edip sadece ondan sonraki baskılarda o satırları çıkarmak yetmez.
Yapılması icap eden şuydu:
Kitabın ikinci baskısından itibaren, ya çıkarılan satırların bulunduğu sahifede veya ayrı bir broşürle, birinci baskıdaki bu yanlış bildirilmeli, ilan edilmeliydi. "Birinci baskıda şöyle şöyle denilmişti. Doğrusu şudur. Düzeltir özür dileriz" şeklinde bir açıklama yapılmalıydı ki gereği yapılmış olsundu. Nitekim gazetelerde ve bazı kitaplarda buna benzer özür ve düzeltmelere sık sık rastlıyoruz.
Bunu bir defa da Diyanet'in veya yazarların yapmaları çok mu zordu?
Tamam özür dilemesinler, ama hiç olmazsa bir düzeltme yapılmalıydı.   
Böyle bir imkânları var mı, nasıl yapacaklar? denilemez. Onlar için bu imkân var. Gerek Diyanet ve gerekse bu eseri hazırlayanlar, devletin resmî görevlileridir. Dolayısıyla, ellerinde her türlü resmî imkân bile var. Böyle bir açıklama yapmak onlar için işten bile değil. Yeter ki bu işin vebali kabul edilip hatanın düzeltilmesi gerektiği kabul edilsin...
Şimdiye kadar çoktan yapılması lâzımdı. Ama heyhât, 2003 senesinden beridir böyle bir açıklama yapılmadı, yapılmasının düşünüldüğüne dair bir bilgimiz de yok.
Müt'aya ruhsat verildiğine dair o yanlış ifadeler kitaptan sessizce sadece çıkarıldı. Ama kitabın birinci baskısını okuyup müt'a hakkında yanlış bilgi edinenler yanlışlıklarıyla kalıp kendi hallerine terk edildiler.
Böyle bir şey Müslümanlara revâ mıydı?
Bu tefsiri hazırlayanlar tanınmış ilâhiyatçılar, hazırlatıp basan da Diyanet olduğu için, imam, müezzin ve müftülerimiz, bunu kaynak bir eser olarak kabul ediyor. Din görevlilerimizin bir çoğunda ve neredeyse câmilerimizin hepsinde bu eser mevcut. Nasıl olmasın ki, hazırlayanların her birinin isminin başında PROFESÖR ünvanı var.
Gel gör ki, câmi ve din görevlilerimizde bu derece yaygın olan bu eser, "müt'a nikâhına ruhsat verildiği anlaşılmaktadır" diyor.
Konu müt'a nikâhı olduğu için onunla ilgili bir hatırlatmada bulunayım.
Hani meşâhirimizden meşhur bir zat var:
Eski, İstanbul Müftülüğü Fetvâ Heyeti Başkanı.
Sonra, İstanbul İlâhiyat Fakültesi öğretim üyesi.
Kadîm, amansız tasavvuf muârızı, münekkidi ve tasavvuf düşmanı: 
Prof. Abdülaziz Bayındır...
Bu zat fî tarihinde bir televizyon programında. Yanında da Avukat Kezban Hâtemî...
Konu müt'a nikâhına geldi. Abdülaziz Bayındır, dil ucuyla müt'a nikâhının câiz olmadığını söylemeye yetinir gibi oldu. Söyledi değil, söyler gibi oldu. O sırada Kezban Hatemî söz aldı ve "Efendim Kur'an'da müt'a nikâhı vardır" diye ahkâm kesmeye başladı...
Tasavvuf ehline karşı aslan kesilen, onları her mekânda yerden yere vuran Abdülaziz Bayındır ne yaptı biliyor musunuz?  Kezban Hatemî karşısında sus-pus oldu, dut yemiş bülbüle döndü. Tek kelime söylemedi. Söylemedi veya söyleyemedi.
İşte bunların ilimleri de hassasiyetleri de bu kadar.
Ehl-i sünnete karşı mangalda kül bırakmayan büyük âlim(!) Abdülaziz Bayındır, bir defasında ilmî bir meselede Serdar Tekin'in karşısında da sus-pus olmuştu.
Söylediğimi tekrar ediyorum: Bunların ilmi işte bu kadar...
Sayın Bayındır bu anlattıklarımı sakın inkâra kalkışmasın, mahcup olur. Çünkü bahsettiğim her iki canlı şahit yani Kezban Hatemî de Serdar Tekin de hayattadırlar.
"Hayır! Öyle bir şey olmadı. Ben Kezban Hatemî'nin karşısında anlatıldığı gibi cevapsız kalmadım" demeye de kalkışmasın sakın. Çünkü o zaman bize de "Öyleyse Kezban Hatemî'nin karşısında cevapsız kalıp kalmamayı bırakalım, müt'a hakkında konuşalım. İslamın müt'a hakkındaki hükmünü söyle" demek düşer.
İşte o zaman mecbûren müt'a hakkında konuşmak mecbûriyetinde kalır. Meselenin doğrusunu söylese Kezban Hâtemî karşısına dikilip kendisini yine sessiz bırakacaktır, şiîler gibi konuşsa bu sefer de biz Sünnîler karşısına çıkarız. Deneyemez ama isterse buyursun bir denesin.
Hoş, yapacağı da zaten sessiz kalmaktan başka bir şey değil ya. Çünkü böyle kimseler hep böyle yaparlar. O konuyu bilenlerin bulunmadığı yerlerde desteksiz atar, "Şimdi konuş, cevap ver bakalım" denildiği zaman da dut yemiş bülbüle dönerler. Eh, Abdülaziz Bayındır'ın yapacağı da bundan farksız olacak değil.
Nereden mi biliyorum? Geçmişte bana karşı takındığı tavırdan. Fî tarihinde kendisiyle, İstanbul'un fethinde evliyânın yaptığı mânevî yardımlar meselesinde takışmıştık da, cevap veremez vaziyete düşünce, gerçeği kabul etmek yerine sessizliği tercih etmişti.
Huyları bu işte...
Abdülaziz Bey, Serkan Tekin karşısında ilmî âcizliğe düştüğünü inkâra da yeltenmesin sakın. Aksi takdirde, "Halep burada değilse arşın burada" der, Serkan'ı çağırır ve "Madem inkâr ediyorsunuz, işte Serkan Tekin burada. Buyurun o meseleyi tekrar konuşun" deriz.
O zaman yaşadığı mahcûbiyeti bir defa daha yaşar, kendisi için hiç iyi bir durum olmaz.
Zaten de konuşamaz ya, iyisi mi hiç sesini çıkarmayıp sussun bari...
Ama cevap vermeye heveslenirse ona da varız, buyursun...

Ali EREN-12.07.2012

mazhar

Bu asrî âlimlerin ağızları lafla, cepleri parayla doludur. Cepleri para dolu olmayanların da kalpleri para doludur.

Ama onlara sorarsanız, zihinleri devamlı çalışmakta, müslümanlara hizmetle yanıp tutuşmaktadırlar. (!)

Onlara göre, Kur’an-ı Kerim asrın zevklerine göre tefsir edilmelidir. Eski tefsirler geçmiş asırların zevklerine göre yazılmıştır. Bu asrın zevkine cevap verememektedir. Çünkü bu asırda durum değişmiş insanların zevkleri de farklı duruma gelmiştir.

Halbuki, şer’î hükümler bütün asırlar için aynıdır. İnsanların zevklerine göre Kur’an tefsiri yapılmaz. Zevkler İslama uygunsa, arzusunu mevcut tefsirlerde bulabilir. Bir tefsir düzgün yapılmışsa, iman sahibi olan her insan ondan zevk alır. Işte gereçek zevk budur. Tefsirler insanlara değil insanlar tefsirlere uymalıdır. Kur’anın, geçmiş asırlara göre bir mânası, bu asra göre ayrı bir mânası yoktur.

Kur’an-i Kerim’i kendi aklına, kendi anlayışına göre tefsir etmek zaten imanın gitmesine sebep olacak kadar tehlikelidir.

Zamanımıza göre ayrı mâna vererek değişik bir tefsir yapılamaz ise de zamanımızın lisanına uygun olarak daha rahat anlaşılabilecek tefsirler elbette yapılabilir. Kendilerini tenkit ettiğimiz kimseler de söz olarak bunu söylüyor ve “Biz Kur’an’a değişik mâna vermek istemiyoruz; daha rahat anlaşılacak şekilde olsun istiyoruz” diyorlar ise de icraatları sözlerinin tam tersidir.
http://www.sadakat.net/forum/islamgenel/din_seriat_mezheb_ve_yeni_tefsirlerali_erenin_kaleminden-t34479.0.html

mazhar

Bu anlatılan yol “KUR’AN YOLU” olamaz…





Bu makalemizde, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınlarından Kur’an Yolu isimli Türkçe Meâl ve Tefsir’den bahsedeceğiz.

Eserin 1. cildindeki Diyanet imzalı Takdim yazısından öğrendiğimize göre; Diyanet İşleri Başkanlığı, 1998 senesinde yani 28 Şubat hadisesinin cereyan ettiği 1997’nin akabinde, bir Kur’an meal ve tefsiri hazırlatmaya karar verip bu vazifeyi dört ilahiyatçı profesör olan Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez ve Sadrettin Gümüş’e havale etmiş.

Prof. Hayri Kırbaşoğlu’ndan dinlediğime göre, ismi tefsir olan bu eser, hiçbiri tefsir profesörü olmayan bu 4 profesöre, 300.000 dolar ücretle hazırlatılmış.

Eser basılmadan önce Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından tenkit süzgecinden geçirilerek kontrol edilmiş. Nitekim DİB Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi ve samimi insan Doçent Halil Altıntaş’tan, bu tefsiri basılmadan önce kendilerinin de okuyup kontrol ettiklerini bendenize söylemişti. Kendisine İstanbul Suriçi’ndeki Eresin Otel’de, aşağıda okuyacağınız akıl almaz ve kabul edilemez hataların bir kısmını söylediğimde, her bir hatayı net hatırlayamasa da, “Biz bu hataları işaretleyip çıkarılmasını söylemiş olmalıyız” dedi.

2003 senesinde, bahse konu eser 5 cilt halinde basılıp satışa sunuldu. Üzerinde Diyanet İşleri Başkanlığı ibaresi bulunduğu için itimat edildiğinden kısa zamanda birinci baskısı tükendi.

DİB, memleketimizdeki dinî en yüksek resmî müessesedir. Herkes gibi biz de bu müessesenin hazırlattığı mukaddes kitabımızın tefsirini merak ediyorduk. Basılır basılmaz hemen bir takım edindik. Keşke edinmemiş olsaydık. Çünkü daha ilk göz atar atmaz, bu anlı-şanlı tefsir(!) bize hemen maalesef “Tes meu bilmuaydî hayrun min en terâhü” dedirtti.

Şöyle yavaştan yavaştan meseleye girelim de görelim bakalım gerçekten öyle mi?

İlk ciltten, Takdim yazısından başlıyoruz.

Sonunda Diyanet imzası olan Takdim yazısının son paragrafı şöyle:

“Elinizdeki tefsir, günümüz Müslümanlarının ihtiyaçları göz önünde bulundurularak ve klasik tefsir birikiminden yararlanılarak hazırlanmış değerli bir çalışma olup, uzmanlık alanlarında yetkin bilim adamlarından oluşan bir heyet tarafından kaleme alınmış olma gibi bir imtiyaz taşımaktadır.”


Bu cümleye maalesef dört maddeyle itiraz etmek durumundayız.

Bir: Bu tefsir, söylendiği gibi günümüz Müslümanlarının ihtiyaçları göz önünde bulundurularak hazırlanmış değildir.

Çünkü günümüz Müslümanlarının, bir kadınla şahitsiz yani/nikâhsız olarak cinsî beraberliğin caîz olduğunu söyleyen hocalara ihtiyacı yoktur. Oysa bu tefsir, mut’a nikahına cevaz veriyor.

İki: Bu tefsir, klasik tefsir birikiminden yararlanılarak hazırlanmış değildir.

Eğer öyle olsaydı, klasik tefsirlerin yazdığı gibi bu tefsir de “Müslüman olmayanların zinhar cennete giremeyeceklerini” söylerdi.

Üç: Bu tefsir değerli bir çalışma değildir.


   Eğer öyle olsaydı, Süleyman Ateş gibi, son peygambere ve son kitaba inanıp inanmamayı solda sıfır sayarcasına “Peygamberimiz’e ve Kur’an’a iman etmeyenlerin de cennete gireceklerini iddia edenleri” ve mason Abduh ve Cemâleddin Afgânîlerin hayranı olan M. Reşid Rıza gibi İslam düşmanlarını İslam âlimi saymaz ve onların eserlerinden alıntılar yapmazdı.

Dört: Bu tefsir uzmanlık alanlarında yetkin bilim adamlarından oluşan bir heyet tarafından kaleme alınmış da değildir.

Öyle olsaydı, bu tefsir, tefsir alanında uzmanlaşan kimselere hazırlattırılırdı.

Halbuki öyle olmamış, hazırlayanların tefsir alanında uzman olmamalarını bir tarafa bırakın, kendi alanı olan fıkıhta bile yanlış üzerine yanlış yapan kimseler çağırılıp “Gel bize tefsir hazırla” denilmiştir.
Dedelerimiz, “Osmanlı fısıltıyı sevmez” derlerdi.  Dünya âlem bilsin ki, fıkıhta bile yanlış üzerine yanlış yapan kimseler dediğim şahıs, Hayrettin Karaman’dır.

Seferîlik konusunda bir tv kanalında  “Seferîlik üç günlük yoldur. Bugün uçakla dünyanın bir tarafından bir tarafına üç günden önce gidiliyor. Dolayısıyla zamanımızda seferîlik olmaz” diyor.

Bilmiyor ki, seferîliğin illeti zaman değil mesafedir. Dolayısıyla, ne şekilde ve ne kadar zamanda gidilirse gidilsin, ikamet yerinde en az 90 kilometre olan mesafeye gidilmekle seferî olunur. Kendi branşı olan fıkıhla alâkalı böyle basit bir meseleyi bile bilemeyen yani kendi branşında bile uzmanlaşamamış olan bir kimse nerde kaldı ki tefsirde uzmanlaşmış olsun da tefsir yazabilsin! Zaten yazamamış da…  

Yazarsa ve yazdırılırsa, böylelerinin yazdığı tefsir işte KUR’AN YOLU isimli tefsir gibi bir tefsir(!) olur ki onun da nasıl bir tefsir olduğu aşağıda görülecektir.

Değerli okuyucular!

Tefsir kitabı alan olan kimse, onu Allah’ın âyetlerinin açıklamasını anlamak için alır. Çünkü Kur’an tefsiri demek, “Kur’an âyetlerinin mânâlarını açıklayan eser” demektir. Kur’an’ın mânâsını anlamak için; yürürlükten kaldırılmış, üstelik tahrif edilmiş/bozulmuş olan Kitab-ı Mukaddese yani bu günkü Tevrat, Zebur ve İncillerin verdiği bilgilere ihtiyaç var mıdır? Yoktur…

Ama bakın KUR’AN YOLU isimli eserin Giriş yazısının E/10 maddesinde ne deniliyor:

“İslâmî inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler vermek maksadıyla, Kitab-ı Mukaddes’ten de bilgiler aktardık.”

Niçin aktarıyorsunuz hocalarım?

Şöyle diyorsunuz: ”Ek bilgiler vermek maksadıyla.”

insan eliyle bozulmuş olup sadece görünüşte dinî olan kitapların verdiği bilgilere ne derece güvenilir ki onlardaki bilgileri Kur’an Tefsiri olarak hazırlanan bir eserin içine alıp “Bakın Tevrat, Zebur ve İnciller de şu bilgileri veriyor” diyerek bu aslı astarı olmayan bilgileri Müslümanlara sunuyorsunuz? Veya kakalıyorsunuz?

Hayır, hayır, hayır!

Verdiğiniz bilgiler asla, “İslâmî inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler” değildir.

Bal gibi çelişiyor. Bakara sûresi 40. âyetin tefsirinde verdiğiniz bilgi şu:

“Tevrat’ta, Ya’kub peygamberin Tanrı ile güreşip O’nu yendiği, bu sebeple Tanrı’nın ona İsrâîl adını verdiği bildirilir. (Tekvîn, 32/24-28)” (Cild 1, Sahife: 50)

Şimdi bu bilgi “İslâmî inançlarla ve ilkelerle” çelişmiyor mu?
Hani “İslâmî inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler vermek maksadıyla, Kitab-ı Mukaddes’ten de bilgiler aktardık” diyordunuz.

İslâmî inançlara göre hâşâ Hazreti Yakub Tanrı ile güreşti mi, güreşip onu yendi mi?

Böyle bir inanca sahip olan kimse gömgök gâvur olmaz mı?

Hadi bu bilgiyi verdiniz. Peki eserinizde, bu inancın İslâmî inançlarla çeliştiğine, böyle bir inancın insanı imansız yapacağına dair niçin tek kelime kullanmıyorsunuz?

Yukarıdaki, “İslâmî inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler” verdik sözünüzü unutup şimdi belki de  “İslama uymuyor ama bu bilgileri okuyucuları bilgilendirmek için verdik” diyeceksiniz. Oysa, Giriş yazısındaki “Bizim Tefsirimiz” başlığında, “Hedef kitlemiz, din üzerinde uzmanlık düzeyinde araştırma yapan ilim adamları değildir” diyorsunuz.  
Peki, verdiğiniz bu bilgi “Din üzerinde uzmanlık düzeyinde olmayan“ kimselere verilmesi gerekli bir bilgi mi? Ya’kub Aleyhisselam ile ilgili yukarıda verdiğiniz yanlış bilgi sizin hedef kitlenizi çok mu ilgilendiriyor?
Kitabınızda, bu yanlış bilgi hususunda hedef kitlenizi ikaz eden niçin tek bir cümle yok?

Yoksa, Yahudiliği de öğretmek için mi verdiniz bu bilgiyi?

Hedef kitlenize İslamı öğrettiniz de sıra diğer dinleri öğretmeye mi geldi de o yanlış bilgileri veriyorsunuz? Hem de yanlış olduğuna işaret bile etmeden.

Bir Müslümana ilk önce lâzım olan, kendi inandığı kitabının emir ve yasaklarını öğrenmek değil midir? Öğretecekseniz Müslümanlara önce İslamı öğretip, onlara sağlam inancı verdikten ve sarsılmaz bir imana sahip olmalarına vesîle olduktan sonra diğer dinlere ait yanlış bilgileri vermek gerekmez miydi?

Bu milletin evladına sağlam İslam inancını aşılamak vazifesini tam olarak yerine getirdiğiniz kanaatında mısınız?

Yâ’kub Aleyhisselam ile ilgili mahut bilgiyi verdiğiniz sahifede şöyle bir cümleniz yer almış:

“Yahudilik, İslam’dan önceki semâvî dinler arasında -tahrîfe uğramış da olsa- şeriatı ve kutsal kitabı halen yaşamakta olan en eski dindir.”


Dikkat! Bu cümle, Yahudilerin kendilerine değil size ait bir cümle. Yani “Tahrîfe uğramış da olsa ” sözü de “Kutsal kitap” sözü de sizin.

Soruyorum:[/color]

“Tahrîfe uğramış da olsa” ne demek?

Şu anda elde olan Tevrat’a “Kutsal kitab” demek ne demek?

[color=brown]Devamla, “Hıristiyanlıktan farklı olarak bir şeriat dini olması da Kur’an-ı Kerim bakımından bu dinin önemini artırmaktadır” diyorsunuz[/color].
Anlamadım!

Yani Kur’an-ı Kerim Yahudiliğe önem mi veriyor, ona göre Yahudiliğin önemi mi var?

“Meseleyi yanlış tarafa çekiyorsun. Bizim söylemek istediğimiz belli” dememenizi arzu ederim.

Derseniz, ben de “Aynı sahifede muharref Yahudiliği Hazreti Musa üzerinden anlatıyorsunuz. Sanki onunla alâkası varmış gibi anlatıyorsunuz. Buna ne diyeceğiz?” derim.

Hâlâ susmazsanız, “Diğer sûreleri bırakın, sadece Bakara sûresinin tefsiri kısmında tam 50 yerde Kitab-ı Mukaddes’e/Tevrat ve İncillere atıf yaparak okuyucunuzu oraya yönlendirmekteki gaye ve hedefiniz nedir?” diye sorarım.

Kur’an tefsiri okumak niyetiyle bu eserinizi alan Müslümanları, sadece Bakara sûresinde 50 yerde Kitab-ı Mukaddes’e yönlendiriyorsunuz. Diğer sûreleri sayamadım, 5 cild boyunca kim bilir kaç yüz yerde aynı yönlendirme var.

Hani “İslâmî inançlarla ve ilkelerle çelişmeyen ek bilgiler vermek maksadıyla, Kitab-ı Mukaddes’ten de bilgiler aktardık” diyordunuz ya, bu yaptığınız yönlendirmelerde İncil ve Tevrat’ta verilen bütün bilgiler İslâmî inanç ve ilkelerle aynı mı?

Öyleyse ne âlâ ne güzel! Demek ki şimdiki Tevrat ve İncillerle Kur’an arasında, dolayısıyla Yahudilik ve Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasında bir fark yokmuş.

Bu yönlendirmeyle, eserinizi okuyan kimseler ya bu düşüncelere kapılırlarsa?

Sizin gayeniz zaten bu neticeyi elde etmektir demek gibi ağır bir ithamda bulunmuyorum, ama soruyorum:

Bu yönlendirmeleri ne gayeyle yaptınız saygıdeğer profesörler?

Muharref Tevrat ve İnciller bize göre değil Hıristiyan ve Yahudilere göre kutsaldır. Bize göre kutsal olan, bu iki kitabın Allah tarafından gönderilen asıllarıdır. Ama siz insan eliyle bozulan bu iki kitaba, 51. sahifenin sonunda pekâlâ “Bu iki kutsal kitap” diyebiliyorsunuz.

Soru ağır olmasın için hadi “Ne niyetle ve ne gayeyle kutsal kitap diyorsunuz?”

demeyeyim, ama hiç olmazsa şunu sorayım:

“Niçin ve nasıl, “bu iki kutsal kitap” diyebiliyorsunuz?

Hem de sadece orada demiyorsunuz ki! Birçok yerde aynı ifadeyi israrla tekrar edip duruyorsunuz. Meselâ Bakara sûresinin 105. âyetinin tefsirinde de aynı ifadeyi tekrarlıyor ve “Ehl-i kitap (ehlü’l-kitâb) tamlaması, “ilâhî bir kitaba inananlar” anlamına gelmekle birlikte, terim olarak Müslümanlar dışındaki kutsal kitap sahipleri için kullanılır” diyorsunuz. (Sa: 101)

Yapmayın! Müslümanlara yanlış bilgi vererek vebale hem de çok büyük vebale giriyorsunuz.

Çünkü, sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi, Ehl-i kitap, (ehlü’l-kitâb)  tamlaması, “ilâhî bir kitaba inananlar” anlamına gelmiyor. “ Ehl-i kitap, ilâhî birer kitap olan Tevrat ve İncil’i bozan ve Allah’ın kelamı olmayan o bozuk kitapların peşinden giden, buna mukabil Allah’ın son peygamberine ve son kitabına iman etmeyen kâfirler” anlamına geliyor.

O anlama geldiği için de Allah Celle celâlühû onları Kur’an-ı Kerim’de Müslümanların inandıkları gibi inanmaya davet etmekte, iman etmeyenlerin de kâfir olduklarını ve azaba müstehak olduklarını beyan buyurmaktadır. Ehl-i kitap (ehlü’l-kitâb) tamlaması, eğer sizin söylediğiniz gibi, “ilâhî bir kitaba inananlar” anlamına gelseydi, Hazreti Allah zaten inanan bu kimseleri niçin imana davet etsindi?

Ama siz hâlâ isrardasınız. Aynı paragrafın devamında hayret ki şöyle diyebiliyorsunuz:

“Allah katından indirilmiş ve hükümleriyle amel edilmesi gereken Kur’an dışında iki kitap (Tevrat ve İncil) bulunmaktadır.” (Sa: 101

Siz bu 5 ciltlik eseri bu zamanda yazdınız. Onu okuyanlar da tabii ki şu anda yaşayan insanlar. Yoksa  Hazreti Musa ve Hazreti İsa zamanında yaşayan insanlar değil.


Peki şu anda Yahudilerin elinde bulunan Tevrat ve Hıristiyanların elinde bulunan İnciller Allah katından indirilmiş kitaplar mıdır ki “Allah katından indirilmiş ve hükümleriyle amel edilmesi gereken Kur’an dışında iki kitap (Tevrat ve İncil) bulunmaktadır” diyebiliyorsunuz?

Hem, birbirini tutmayan ve bu İncillerin hangisi Allah katından indirilmiştir?

Matta incili mi?

Yuhanna incili mi?

Luka incili mi?

Markos incili mi?

Ehl-i kitap için, “Müslümanlar dışındaki kutsal kitap sahipleri” israrınız da yanlış. İnsanlar tarafından bozulup Allah kelamı olmaktan çıkmış bir kitap nasıl kutsal olur?

Yahub Aleyhisselam’ın –hâşâ- tanrıyla güreştiğini yazan Tevrat mı kutsaldır?

İsa Aleyhisselam’ın nasıl çarmıha gerilip öldürüldüğünü yazan İnciller mi kutsaldır?

Orijinal İncil, Allah tarafından Hazreti İsa’ya inzal edilen mukaddes kitap değil mi?

Bu kitaptaki âyetler, Hazreti İsa’ya hayattayken indirilmedi mi?

Ve Hazreti İsa o âyetleri insanlara hayattayken okumadı mı?

Öyleyse, İncillerde Hazreti İsa’nın çarmıha gerilip öldürüldüğü nasıl yazılır?

Bu durum bile ona kutsal denilmemesini icap ettirmez mi?

Varsın Hıristiyan ve Yahudiler bu muharref kitaplara kutsallık atfetsinler…

Bize ne oluyor?

Sorular bitmek bilmiyor ama bir soru daha:

Âyetlerin mânâlarını verip bazı izahlara geçtikten sonra, ikide bir parantez içinde,  “Tevrat’ın bilmem kaçıncı sahifesine bakınız” diyerek, Tevrat’taki bilgilere güvenilemeyeceğini söylemeksizin,  Müslümanları habire Tevrat okumaya yönlendiriyorsunuz. Niçin?

Kur’an âyetlerini tefsir etmek denilen şey bu mudur?

Kur’an âyetlerini bozuk Tevrat’ın verdiği bilgilerle mi öğreteceksiniz?

Hazırladığınız KUR’AN YOLU isimli bu kitap, Kur’an tefsiri midir yoksa allem edip kalem edip okuyucuları Tevrat ve İncilleri okutmaya yönlendirme kitabı mıdır?    
Değerli okuyucular!

Bu yazdıklarımız daha ne ki!

Ehl-i kitap şöyle dursun, sevgili profesörlerimiz, Âl-i İmran sûresi 128-129. âyetlerin tefsirinde “Allah müşriklerden de dilediğini affeder” diyerek Allah’a ortak koşanların affedilebileceğini bile söyleyebiliyorlar.
Ama Kur’an ne buyuruyor. Onların
söylediklerinin tam aksini. Buyurun:

(Nisâ sûresi“Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz.” , âyet: 48)

Demek ki neymiş? Allah (c.c.) müşrikleri affetmezmiş. Yani Profesörlerin söylediği başka, İslamın mukaddes kitabının hükmü başka imiş.

İster misiniz, müşrikler meselesinde mağlup olunca bu sefer de “Ama Allah müşrik olmayan kâfirlerden dilediğini affeder” demeye kalkışsınlar.

Olsuuun. Kur’an’da öyle söyleyenlere de cevap var:

“Şüphe yok ki Allah kâfirleri lânetlemiş ve onlara çılgın alevli bir ateş hazırlamıştır” (Ahzab sûresi, âyet: 64)

Gördüğünüz gibi hiç kıpırdayacak halleri yok…

Son sözümüzü ve kanaatımızı söyleyelim.

KUR’AN YOLU isimli 5 ciltlik eseri hazırlayan 4 kişidir. Tabii ki eserin tamamını hepsi değil, bir kısmını biri, diğer bir kısmını başka biri hazırlamıştır.

İçlerinden Prof. Sayın Mustafa Çağrıcı’yı İstanbul müftülüğünden tanıyorum. Yukarıdan beri tenkit ettiğim hususlardan onu hariç tutuyorum. Hüsn-i zannım odur ki, O, tenkit ettiğim hususlardan uzaktır.  

İbrahim Kâfi Dönmez ile de bir-iki kere karşılaştım, kendisiyle bir-iki mesele konuştum. Bende bıraktığı intibaya göre, yukarıda tenkit ettiğim hususlarda onun dahli olduğuna da ihtimal vermiyorum.

Sadrettin Gümüş’ü yakından tanımam. Hakkında pek müsbet şeyler duymadımsa da üzerinde durmuyor ve hakkında müsbet veya menfi bir kanaat taşımıyorum.

Hayrettin Karaman’a gelince...

Onun diğer eserlerini de bilirim, genel tavrını da.

Yukarıdan beri tenkide tabi tuttuğum satırlar, aynen onun tavrını yansıtıyor…

Onun için, yukarıdaki ifadelerimde her ne kadar cemi’/çoğul ifadesi kullanmışsam da, onlar zihnimde hep müfret/tekil mânâdadır.

Amma, siz Sayın Mustafa Çağrıcı ve İbrahim Kâfi Dönmez Hocalarım!

Bahse konu 5 ciltlik eserin her cildinde sizin de isminiz var. Benim sizin hakkınızdaki kanaatim her ne kadar yukarıdaki gibi ise de başkaları tenkit ederken hepinizi birden tenkit ediyor, sahibi olmadığınız aykırı sözlerden dolayı siz de tenkit ediliyorsunuz.

Tenkidimi cemi’ sîgasıyla yapsam da, zihnen istisnâ edildiğinizi bilmenizi arzu ederim…

Değerli okuyucular, bitmedi. Nasip olursa bu meseleye devam edeceğiz…

ARİFAN DERGİSİNDEN İKTİBAS EDİLMİŞDİR. (03.03.2012)
Türkcesi.biz. Ali Eren