Tesettürü Hafife Alanın Sonu

Başlatan Mücteba, 30 Nisan 2014, 12:42:20

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba

Tesettürü Hafife Alanın Sonu

Hâlâ dinç, hâlâ hafızası yerinde, hâlâ konuşması net, canlı bir tarih olan 105 yaşındaki delikanlı Ali Yıldırım Hoca'nın, nâm-ı diğer Pamuk Hoca'nın anlattığı ibretli hadiselerden bahsetmek istiyorum.

Onu 2013 senesinde katıldığım "Mihrap Gönüllüleri Platformu"nda anlattığı insanı dehşete düşüren bir başörtüsü hadisesini anlatmasıyla tanıdım.

Ali Yıldırım Hoca, kendi zamanını şöyle anlatıyor:

"Evlerimizde hiç kapı kilitlenmezdi. Yollarda doğru düzgün çöp olmazdı. Komşuluk ilişkileri çok iyiydi. İnsanlar tatlı dilliydi. Küfür, hırsızlık yoktu. Gece rahatça dolaşabiliyordun" diyor.

GENÇ VE SIHHATLİ KALMANIN SIRRI

Bedenen ve rûhen nasıl bu kadar genç kalabildiğini şöyle anlatıyor:

"Dünyaya kendini bağlamayacaksın, bağlarsan yaşayamazsın. Olmuş, olmamış, gelmiş gelmemiş hiç alâkadar olmayacaksın. Allah'ın dediği olur. Derdini içine değil arkana at. Ben hiç alamadım, yaşayamadım, gezemedim demedim. Kimsenin tatlısına tuzlusuna karışmam. Senin bir kabahatini gördüysem usulca kenara çeker, yapma derim. Bu Allah'ın da çok hoşuna gider. Az yiyin, uzun yaşayın.

Yüz yaşındaydım beni doktora götürdüler, baştan sona muayene ettiler. Bir şey çıkmadı. Ben de grip oluyorum ama dua ediyorum geçiyor" diyor.

En çok teheccüd namazında bir de sabah namazının farzından sonra secdede dua ettiğini söylüyor. "Secdede yapılan dualar ret olunmaz. Dua boynu bükük yapılır, bağırarak yapılmaz" diyor.

Medresede hocalarının ilk öğrettiği nasihatin şu olduğunu söylüyor:

"Yaşamak istiyorsanız dünyaya gönül bağlamayın."

Ali Yıldırım Hoca'nın devlet büyüklerine nasihati da var:

"Doğruluktan ayrılma, adam kayırma, dürüst ol, tatlı dilli ol, dinine bağlı ol, namazını kıl. Doğru eğrilir ama yıkılmaz.'

SULTANAHMED CÂMİİ AHIR YAPILMIŞ

Burhan Dergisi'nin Nisan 2014 tarihli 103. sayısında Ali Yıldırım Hoca'yla yapılmış bir röportaj yayınlandı.

Röportajdan öğrendiğimiz bazı bilgiler şöyle:

Ali Yıldırım Hoca 1909'da İstanbul Bebek'te doğmuş. 10 yaşında Sibyan mektebini (ilkokul) bitirmiş. Ondan sonra artık sibyan mekteplerine ve medreselere talebe alınmamış ve bu kurumlar bir bir kapatılmış.

Askerliğini Sultan Ahmet Camii'nde yapmış. O zaman Sultanahmed Câmii askerî kışla imiş. Câmi'nin bir tarafı kışla, bir tarafı ahırmış.

Askerden sonra Beşiktaş'daki Yahya Efendi Camii'nde vazifeye başlamış. 42 yıl boyunca bu camide imamlık yapıp 1978'de aynı câmiden emekli olmuş.

Üç padişah görmüş: Sultan Reşad, Sultan Vahdettin ve Sultan Abdülhamid. Sultan Reşat'ı gördüğünde üç yaşındaymış.

O zamanlar Sultanahmed, Süleymaniye, Fatih gibi selatin camilerinde Cuma hutbelerini padişah, padişah olmazsa Şeyhülislam okurmuş.

Çocukluğuyla ilgili bir hatırası şöyle:

"Bir gün babam beni Sultan Ahmet Camii'ne götürdü. Hutbeyi Sultan Reşat okuyordu. Dedem onun danışmanı olduğu için Padişah beni tanıyordu. Namazdan sonra geldi, başımı okşadı. Çıkarken de bana bir tane altın verdi. Bu altınlardan yedi tane biriktirdim. Sultan Hamid ve Vahdettin de verdi. O altınları ev alırken bozdurduk, oraya nasip oldu."

PADİŞAHLARIN HEPSİ EVLİYÂ

Ali Hoca, "Padişahların hepsi evliyaullahtır. Eskiden Sultan Hamid'e kızıl sultan, Vahdettin'e de vatan haini derlerdi. Bu mübârekleri kötülemek için böyle dediler" diyor.

O günleri şöyle anlatıyor:

"Hilafet kalktıktan sonra, ilk olarak vaizlere, hocalara, vaaz etmek yok dediler. "Annene babana mevlit okutmak için kaymakamlığa valiliğe dilekçe vereceksin, onların nezareti altında okutacaksın" denildi.

Kur'an talebesi yetişmesinden çok korkuyorlardı. 1923'ten 1950'ye kadar bu böyle sürdü.

...Camilere kilit vurmuşlardı. Halkı da çok korkutmuşlardı. Millet böyle gizli gizli Kur'an eğitimini alırdı. Babam müderristi. Bursa Ulu Camii'ne tayin olmuştu. Medreseden mezun olduktan sonra babamın yanına gittim. Babam "Aman oğlum dikkatli ol, bir şeye karışma" diye beni uyardı.

Ali Hoca, Saadettin Kaynak'tan Türkçe ezan okuma dersi almış. "Ama Allah nasip etmedi, bir gün bile Türkçe ezan okumadım. Benim cami tenhada olduğu için kimsecikler olmazdı. Bir ziyarete gelenler olurdu sadece. Onun için ezan konusunda rahattım" diyor.

ESKİ İMAMLARIN CEMAATİ NASILMIŞ?

Eski imamların ve onların cemaatlerinin kimler olduğunu Yıldırım Hoca'dan dinliyoruz:

"Bir sabah namazıydı. Bizim camide cemaat olmadığı için, ben de gidip Süleymaniye'de namazımı kılayım diye düşündüm. Oranın imamı Sadık Efendi hem oranın hocası idi, hem de bizim Kur'an-ı Kerim hocamızdı. Teheccüdden sonra saat üç buçuk sıralarında evden çıkıp yola düştüm. Eskiden tramvay oluyordu. Onlar da o saatte yol tamirine gidiyorlarmış. "Beni alır mısınız" dedim, aldılar. Eminönü'ne inip, Süleymaniye'ye kadar da yürüdüm. Tam da ezan okunmaya başladı.

...Sünneti kıldık, farza duracağımız zaman Sadık Efendi; "Safları sık tutun" dedi. Biz bu büyük camide topu topu üç kişiydik zaten. Ben de bunun için biraz tebessüm ettim. Ama gülmedim. Sadık Efendi; "Gel bakayım buraya" diyerek beni yanına çekti. "Bak bakayım şuraya" dedi. Baktım, bir de ne göreyim? Arı uğultusu gibi, tekbirlerle bembeyaz elbiselerle melekler içeriye giriyor. Hepsi bir boyda, nûrânî melekler. Tabi onları bir Sadık Hoca bir de ben gördüm."

Sadece gözünün gördüğüne inanan ve evliyaya ve keramete inanmayan şimdiki bazı mâlum dinî hüviyet taşıyan kimselerin kulakları çınlasın. Onlara sormak lâzım:

Sizin de var mı böyle cemaatiniz?

MELEKLERİN MEKKE'YE GÖTÜRDÜĞÜ HANIM

Ali Yıldırım Hoca'nın bir de hac hatırası var ki, yine o mâlum tiplerin inanabileceği ve kabul edebileceği cinsten değil. O hatıra şöyle:

"Sene 1978... Emekli paramızla evvela bir daire aldık. Elli lira da hacca gitmek için ayırdık. Müracaatımızı yaptık, muamelelerimizi yaptırdık, acenteye hac paramızı ödedik.

Birkaç gün sonra acenteye gittiğimde, "Hocam devalüasyon oldu, paranın değeri düştü. Biletler pahalandı" dediler. Bizim de başka paramız yoktu. Eve gittim hanıma durumu anlattım. "Ben hacca gittim, bu sefer bir kadın kafilesiyle seni göndereyim" dedim. "Olmaz, ben yalnız gidemem, sen git" dedi.

...Hacca ben gittim. Haccımı yaptım, ertesi gün veda tavafımı yapıp dönecektim. O gece Mescid-i Haram'dan hiç çıkmadım. Akşam namazını kıldım, yatsıyı kıldım, herkes dağıldı, ben de sabaha kadar uyumadan zikir yapacağım diyerek bir yere oturdum.

...İlk ezan okununca kalktım bir abdest tazeleyeyim dedim. Abdestimi aldım geldim, iki rekât namaz kıldım. "Esselamu aleyküm ve rahmetullah" deyip selam verince baktım ki beyaz başörtüsü başında, bizim hatun iki metre yanımda.

Namazı bitirdim. "İnanamıyorum, hayal mi görüyorum, bana bir şey mi oluyor" diyerek başım böyle kaldı. Ben döndüm tam karşısına gittim kayboldu.

Eve dönünce; "O gece sen neredeydin, ne yapıyordun" dedim. "İşte burada salonda doksan sekiz rekât namaz kıldım. Yüze tamamlamadan bana bir uyku geldi. Uyuklar gibi oldum. Kalktım namazı yüze tamamlayayım diye. İki tane kanatlı melek beni alıp Mekke'ye götürdüler. İki rekâtı da orada kıldım" diyerek olan biteni anlattı. "Peki, beni gördün de niye konuşmadın benimle" dedim. "Sen de benimle konuşmadın" dedi. O vakit meleklerin tekrar tutup götürdüklerini anlattı.

YAHYA EFENDİ'nin İKRAMLARI ve NAMAZA KALDIRMASI

Yahya Efendi Hazretleri, Kanuni zamanında yaşamış olan bir veli, bir Allah dostu...

Ali Hoca, "Her gece saat üçte Yahya Efendi Hazretleri'nin "Molla kalk" diyerek kendisini gece namazına uyandırdığını söylüyor. 1936'dan 1960'a kadar da her gün iftar ve sahurda esrarengiz bir şekilde bahçeye yemek bırakıldığını söylüyor.

Bunu şöyle anlatıyor:

"Bekârken Ramazanlarda yemek pişirmezdim. Ramazandan ramazana kudretten yemek gelirdi.

1936'da Yahya Efendi Camii'nde imamlığa başladım. Bir senelik imamdım. Caminin yanında benim odam vardı, orada kalıyordum. İftara hazırlık için Beşiktaş'a ineyim de öteberi alayım dedim.

...O zamanlar pompalı gaz ocakları vardı. Tencereye suyu koydum, iftara tarhana çorbası hazırlayayım diye. Şöyle bir dışarı çıkayım bakayım dedim. Orada sağlı sollu mermer sütunlar var. Sütunların birinin üzerinde baktım ki bir tepsi var. Tepsinin içinde iki tane hurma, dört tane zeytin, bir kâsenin içinde çorba, bir de esmer ekmek var...

Birisi bu iftarlığı getirmiş, herhalde utanıp buraya bırakmış diye düşündüm. Fakat ne kapı açıldı, ne ses duyuldu. Bırakmışlar oraya gitmişler...

İftar olunca onunla orucumu açtım. Boşalan tepsiyi de götürdüm aldığım yere koydum.

Akşam tencereyi ocaktan indirmemiştim. Sahurda kalkıp tekrar altını açtım. Dışarı çıktım baktım ki tepsi yine gelmiş. Bende jeton düşmüyor hâlâ...

Biri getiriyor, utanıyor, söyleyemiyor diye düşünüyorum. Kuskus pilavı, bir şimşir kaşık bir de toprak kâse içinde bal şerbeti var. Baktım ertesi gün yine aynısı oluyor.

Caminin kapılarını iyice kilitleyim bakalım, içeri tepsi yine gelecek mi diye baktım. Tepsi yine gelmeye devam etti.

Sonra camiyi bana teslim eden eski imam Yakup Efendi'nin, "Sen burada yatan Yahya Efendi'nin hizmetini yaparsan sana birçok şey gösterecek" dediğini hatırladım.

Böyle içinde basit yemekler oluyordu, et yemekleri hiç olmuyordu. Zeytin, hurma, çorba, pilav ve ekmek... Fakat sahurda ekmek olmuyordu.

Bir gün, getireni göreyim diye o saatte mermer sütunlardan birinin arkasına saklandım. İçerden bir ses geldi: "Ne bekliyorsun gelsene." İçeriye döndüm baktım ki içeride kimse yok. Dönüp bahçeye baktığımda tepsi yine gelmişti.

Ne zamana kadar bu böyle sürdü biliyor musun? 60 ihtilaline kadar. 60 ihtilalinde evlendim. O güne kadar bütün Ramazanlarda iftarda ve sahurda benim evimde hiçbir yemek pişmedi. Hep bu şekilde geldi. "Ben kimim ki Allah'ım bana bunları gönderiyorsun" diye hep düşünürdüm. Fakat bu Allah'tan gelen bir şeydi. Allah her şeye kadirdir."

TESETTÜRÜ HAFİFE ALANIN SONU

Hoca Efendi'nin, "Mihrap Gönüllüleri Platformu"nda anlattığı örtünmeyle alâkalı ibretlik hatırası da şöyle:

"Bir gün öğle namazını kıldıktan sonra camiye kravatlı bir adam geldi. "Kadın cenazemiz var, buradan kaldıracağız, ikindi vakti bir salâ verir misiniz?" dedi. "Tabi" dedim.

İkindi vakti oldu, cenazeyi getirdiler. O zamanlar böyle cenaze arabaları yoktu. Ortaköy mezarlığına omuzlarımızda götürdük. Cenazeyi gömdük, herkes taziyede bulundu, gitti. Bir ben, bir o kravatlı adam, iki de mezar işçisi orada kaldık.

Euzü Besmele çektim, dua (telkin) okuyacaktım, yer bir sallandı böyle!.. Ben gencecik imamdım, ayakta duramayıp düşecektim neredeyse...

Sonra kabrin içinden acı bir ses çıktı. Sanki etlerini koparıyorlar, öyle bir acı sesti.

Cenaze sahibi adam dedi ki; "Bu sallantı zelzele olabilir, peki bu ses ne oluyor?" Sonra da; "Biz bunu morgdan aldık, acaba bayıldı da öldü diye mi getirdik ?" dedi. İşçilere mezarı açmalarını söyledi. "Açamayız" dediler. "Ancak savcılıktan izin kâğıdı olursa açabiliriz" dediler. Adam "Evladım ben hâkimim, bütün sorumluluğu üstüme alıyorum, aç, bakalım" dedi.

Mezarı açtılar. Baş tarafını açtık, bir de ne görelim, yüzü simsiyah kömür gibi olmuş. Saç filan kalmamış, kömür kesmiş. Adam hayretler içinde benim yüzüme baktı.

Ben, "Bu kadın ne günah işlemiş? Bu herkese olmaz, kesin çok büyük bir şirk var bu işin içinde" dedim.

Adam bana dedi ki, "Bizim hanım, ben hâkim olduğum için saçını kapamazdı, açık gezerdi. Ben emekli olunca ona başını kapa demiştim. O da bana: 'Müslümanlık baş kapamayla oluyorsa böyle Müslümanlık olmaz olsun' demişti."

Bu olaydan sonra Süleymaniye'ye İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen Efendi'nin yanına gidip ona bu olayı anlattım. Bana 'molla' derdi o da...

'Molla, Ramazan'da kızlarımıza anlat bu olayı, ibret alsınlar' dedi. Ben de bunu her yerde anlatıyorum.

Tabi ben kimsenin örtüsüne karışamam. Ben de o salâhiyet yok. Ben sadece başımdan geçen bu hadiseyi anlatıyorum. İsteyen ibret alsın, isteyen almasın. Ama kimsenin bunda kuşkusu olmasın, bunu aynen böylece yaşadım...

Ben o vaziyeti gördüm, bir de şimdiki sokaklardaki hali görüyorum, 'Ne olacak bu milletin hali diye' üzülüyorum.'

Değerli dokuyucular! Başörtüsünü hafife alan kadının yukarıda anlatılan ibretlik halini Ali Yıldırım Hoca'nın kendi sesinden dinlemek için, internette örtünmeyi hafife alanın sonu yazıp tıklayınız.

SAİD NURSİ'DEN DİNLEDİĞİ

Ali Yıldırım hoca, ayni röportajda Bediüzzaman'dan şöyle bahsediyor:

"...İskenderpaşa'da ...Atatürk'ün kendisini Ankara'ya çağırttığını anlattı. Orada Atatürk'e; "Ezan okundu, namazımızı kılalım" demiş. O da "Şimdi namazın sırası değil, milletin istikbali ile uğraşıyorum" demiş. "Böyle deyince sanki başımdan kaynar sular döküldü" diyerekten orayı terk ettiğini anlattı."

Burhan Dergisi'nin, kısaltarak aldığımız Ali Yıldırım Hoca'yla yaptığı röportaj burada bitti.

Ali Yıldırım Hoca'yla Sayın Aydın Başar da bir röportaj yapmış. Dünya Bizim isimli sitede yayınlanan 28 temmuz 2012 tarihli bu röportajın da bazı kısımlarını iktibas ediyoruz:

TELEVİZYON İLÂHİYATÇILARI

Ali Yıldırım Hoca röportajda söz televizyondaki ilahiyatçılara geldiğinde sesini bir ton daha yükselterek; "Göğüsleri, bacakları açık kadınların karşısında oturup din anlatıyorlar. Yazıklar olsun onlara...Allah bu hocalığın hakkını onlardan soracak" demiş.

Sayın Aydın Başar şöyle diyor:

"Normalde sakin sakin konuşan, kimseyi kırmayan, pamuk gibi yumuşak huylu bu insan

bu konuda çok öfkeliydi. Birkaç isim daha söyleyince yine aynı tonda; "Cehennemin dibine gitsinler" dedi. Bunu okuyanlar büyük ihtimalle Yaşar Nuri ve Zekeriya Beyaz gibi kimselerden bahsettiğimizi sanabilirler. Fakat bunların isimleri kesinlikle geçmedi. Daha bizden sandığımız kimseler hakkında söyledi Hoca bu sözleri.

Bu konuda Ali Yıldırım Hoca'ya ben de yerden göğe kadar hak veriyorum. Daha geçen gün, ...kanalında üç tane ilahiyatçı, böyle uygunsuz bir şekilde giyinmiş bir kadının karşısında dini anlatıyorlardı güya. O programa nasıl katıldıklarına hayret ettim doğrusu.

Kadın sanki dalga geçer gibi mini eteğini giymiş ve karşısına da ilahiyatçıları oturtmuş. Bizim ilahiyatçılar da hararetle ona dini anlatıyorlar. Böyle bir din anlatımının kimseye tesiri olacağını düşünmem. Zerre kadar da kimseye bir fayda getireceğini sanmam. Parayla din anlatanların tesiri olmadığı gibi...

Keşke hocalarımız hocalığın ne demek olduğunu, o ilmin de bir hakkı olduğunu bilselerdi dini/ilmi böyle maskaraya çevirmeselerdi. Ben mi hassas düşünüyorum, haksız mıyım bilmiyorum ama dinin, ilmin, hocalığın bir ağırlığı, bir izzeti olması gerekmez mi?

Kadın dinen uygun olmayan yerlerini açıp karşında oturacak, sen de ona din anlatacaksın.

Din bu kadar ucuz mu?

İlim bu kadar basit mi?

Yazık derim, başka da bir şey demem.

Ali Yıldırım Hoca boşuna demiyor cehenneme gitsinler diye..."

***

Sayın Aydın Başar'ın, Ali Yıldırım Hoca'yla yaptığı diğer bir röportaj da Genç Dergisi'nin Nisan 2012 tarihli sayısında yayınlandı. Ondan da bazı iktibaslar yapıyoruz:

Yahya Efendi Camii'nde vazifeye başlarken vazifeyi devraldığım Rizeli Hacı Yakup Efendi dedi ki: "Molla sana bir şey tarif edeceğim onu yap, çok kerametler göreceksin."

Sonra bana bazı talimatlar verdi: "Bunlar Yahya Efendi Hazretleri'nin takunyaları, bu da havlusu. Bunları burada muhafaza edeceksin. Havlusunu haftada bir kere yıkayacaksın. Şuradaki ibrikteki su bittikçe onu da yenileyeceksin."

KERAMET DEVAM EDİYOR

Ben o sıralar gencim; "Allah Allah" diyorum, şaşırıyorum. Allah'a çok şükür onun bu talimatlarının hepsini yaptım. Yahya Efendi'nin abdest aldığı yer ona özel bir yerdi. Benim odam da onun bitişiğinde idi. Yer yatağım vardı. İlk gece yatmış uyumuştum ki "tık tık tık" diye sesler geliyor. Kalktım, Yahya Efendi'nin abdest alma yerine baktım. Bir şey göremedim.

Zaten benden önceki imam "Takunya seslerini duyarsın, ibriğindeki suyunun bittiğini ve havlusunun ıslandığını görürsün ama kendisini göremezsin" demişti.

Hakikaten de öyle oldu. Hiç kimseyi göremedim. O sıra saatim üç kere çaldı. Yani saat tam üç olduğunu anladım. O gün bugündür saat tam gece üç olunca ister evde olayım ister misafirlikte olayım, ister yazlıkta olayım, mutlaka kaldırıyorlar. Bu şimdiye kadar hiçbir gün aksamadı. Tam üçte sesini duyuyorum, "Molla kalk" diyor. Halen duyuyorum. Üç defa seslenir kalkarım. Tekirdağ'a gidiyorum yazlığa, orada bile kaldırıyor.

Ben 1936'daki o günden 1978'e kadar her gün her vakitte ibriğindeki suyu her vakit değiştirirdim. Haftada bir de havlusunu yıkardım. Bu vazifeleri hiç ihmal etmeden yaptım.

Sesini duyardım ama kendisini göremezdim."

HANGİ İLACI KULLANIYORMUŞ?

Değerli okuyucular!

İhtiyar delikanlının sıhhatinin nasıl olduğunu ve hasta olduğu zaman ne yaptığını öğrenmek isterseniz, buyurun:

"Yaş yüz dörde girdi (2013'de) daha ben bir aspirin içmedim. Benim ilacım secdem. Ben de bir insanım. Ayağım, dizim, başım ağrımaz mı? Ağrıyor.

Ne yapıyorum? Secdeye gidiyorum. "Ya Rabbi bu hastalığı sen verdin sağlık afiyet senden olduğu için bu hastalığın şifasını ver" diyorum, iyileşiyor. Bir de olup biteni kafana takmayacaksın. Şu niye böyle oldu bu niye öyle oldu dedin mi yıpranırsın. Ne gelmişse başına, Allah'tan gelmiştir diyeceksin. Her haline şükredeceksin.


DUÂLARINIZIN KABUL OLMASINI İSTER MİSİNİZ?

Ali Yıldırım hoca, "Dualarımızın kabulü için bir tavsiyeniz var mı?" sorusuna şu güzel ve ilmî cevabı veriyor:

"Pazartesi ve Perşembe geceleri duaların kabul olduğu zamanlardır. O günler sabah namazının farzından sonra selam verdikten sonra "Allahümme entesselâmü ve minkesselam" demeden evvel hemen secdeye kapanacaksın. Bir dileğin varsa onu Rabbinden isteyeceksin. Dua edeceksin "Bana bir ev ver Yâ Rabbi" , evli değilsen "Sâliha bir hanım veya sâlih bir bey ver Yarabbi", evliysen "Salih ve sâliha evlatlar ver Yarabbi" diyeceksin. Yani Perşembe gecesinin sabahı Cuma oluyor, o zaman isteyeceksin."

NAMAZ... İLLE DE NAMAZ

Ali Hoca'ya sorulan en önemli soru ve cevabı şöyle:

Genç kardeşlerimize namaz konusunda söylemek istediğiniz bir şey var mı?

"Namazı bir kere onlara özendireceksiniz.

Namaz nedir biliyor musun oğlum?

Dinin direğidir o.

Dinin direği olmasa ne olur?

Yıkılır gider.

Ondan sonra ona namazın tatbikatını öğreteceksin. Kısa sûreleri güzelce belleteceksin.

E öğrenemiyorum hocam!

Şarkı öğreniyorsun, maçı öğreniyorsun. Takımında olanların hepsinin isimlerini biliyorsun, buna geldi mi bilmiyorsun.

Olmaz öyle şey.

Bu zamanda Kur'an okumayı bilmeyene şaşıyorum.

Dünya işini biliyorsunuz, hangi işi yaparsam para kazanırım bunu biliyorsun.

Niçin namazı bilmiyorsun?

Kur'an'ı öğrenmiyorsun?

Ey mümin kardeşlerim, evlatlarım, torunlarım!

Namazlarınızı ihmal etmeyin. Namazlarınızı vaktinde kılın. Namazlarınızı sonraya bırakmayın.

Talebe oğullarım, talebe kızlarım!

Evvela namazlarınızı kılın. Dersten çıkar çıkmaz hemen namazınızı kılın. İmkân dâhilinde namazı her şeye tercih edin."

***

Değerli okuyucular! İnternete girip Ali Yıldırım Hoca yazarsanız, daha geniş bilgilere ulaşabilirsiniz.



Ali Yıldırım Hoca


Ali EREN | 30.04.2014 08:36 | http://www.haberkita.com/tesetturu-hafife-alanin-sonu_212642.html