Gönderen Konu: İslam ve Tasavvuf mu Batı Mistisizm mi?  (Okunma sayısı 4377 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
İslam ve Tasavvuf mu Batı Mistisizm mi?
« : 20 Mayıs 2013, 10:28:01 »

İslam ve Tasavvuf mu Batı Mistisizm mi?

Tasavvuf, sofu olmak, sofulaşmak, gönlünü Allah sevgisine bağlamak, kendini ibâdete daha fazla vermek demektir.

Tasavvuf, mânevî hallere kavuşmak için gayret eden kimselerin yoludur.
Tasavvuf, mânevî duygulara yer veren ve temelinde Allah sevgisi olan ibâdet yoludur.

Tasavvufun sistemleşmesi tarikatlar şeklinde olmuştur. Eskiden beri âlimler arasında söylenegelen “Cümle turuk-ı aliyyenin (bütün tarikatların, yüce yolların) esası tasavvuftur” cümlesi meşhurdur.

İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu tasavvuf yolunu benimsemişlerdir. Tasavvufu bizzat yaşamamış olanlar da tasavvuf yolunda olanlara dâima hürmetli davranmışlardır.

İslam çerçevesi içinde olmakla beraber, fırak-ı dâlle denilen itikaden sapık guruplar ise tasavvufu toptan ret ve inkar edegelmişlerdir.

Peygamberimiz’den 8 asır sonra gelen ve birçok meselede ehl-i sünnet âlimlerine ters düşen İbn-i Teymiyye ve onun fikirlerini benimseyenler de tasavvufu kabul etmeyip reddedenler içinde yer alırlar.

Bunlar, yakın zamanda yaşayan Cemâleddin Efgânî, Muhammed Abdüh, Fazlurrahman ve benzerleri gibi her biri ya mason veya masonların oyuncağı olanların peşinden giden kimselerdir.

Böylelerini ağızlarının bozukluklarından anlamak mümkündür. Bunlar, ehl-i sünnet mensubu Müslümanlara meselâ, “Cemâleddin Efgânî’yi tenkit edenler onun tuvalet bezi bile olamaz” demekten çekinmezler.

Ehl-i sünnet mensupları ise, onların kendilerine revâ gördüğü böyle sözleri onlara revâ görmüyor, aksine onların söylediklerinin tam tersini söylüyorlar.. Onlar ehl-i sünnet Müslümanlara, “Siz Cemâleddin Efgânî’nin tuvalet bezi bile olamazsınız” deseler de ehli sünnet olanlar onlara öyle söylemiyor, aksine, “Siz Cemâleddin Efgânî’nin tuvalet bezi olabilirsiniz” diyorlar...

TASAVVUF ORDUSUNDA KİMLER VAR?..

Tasavvuf yolunu benimsemiş olan mutasavvıf âlimler, tasavvufu ret ve inkar edenlerin ilimlerine sahip oldukları gibi ayrıca mânevî ilimlere yani kalb ilmine de sahiptirler.

Abdülkadir Geylânî, İmam-ı Rabbânî ve İmam Gazâlî Hazretleri gibi tarihte iz bırakmış âlimlerin her biri birer tasavvuf erbabı ve tasavvuf büyüğü idiler.
İstanbul evliyalarından mesir macununun mûcidi meşhur Merkez Efendi Hazretleri, Yavuz gibi şiddetli bir padişahı munis bir hale getiren Sünbül Sinan Hazretleri, padişah şeyhi Aziz Mahmud Hudâî Hazretleri, meşhur şeyhulislamlar İbni Kemal ve Ebüssuud Efendi Hazretleri, Kânûnî’nin sırdaşı, gönüldaşı ve süt kardeşi olan Beşiktaşlı Yahya Efendi Hazretleri gibi, türbeleri ziyaretçilerle dolup taşan mübârek zatlar hem zâhir hem bâtın ilimine yani tasavvuf ilmine sahip mübârek zatlardır.

İstanbul’un mânevî fâtihi Akşemseddin Hazretleri de öyleydi.
Nevşehir’in Hacıbektaş kazasında medfun Hacı Bektaş Velî, Ankara’da Hacı Bayram Velî Hazretleri, Bursa evliyalarından Şeyh Üftâde, İsmail Hakkı Bursevî ve Emir Sultan Hazretleri, Konya’da Mevlânâ Hazretleri ve daha niceleri…
Sayıları belki yüzbinlerle belki de milyonlarla ifade edilecek olan 14 asırlık tasavvuf ordusuna mensup âlimler topluluğunun fertlerini teker teker saymak tabii ki mümkün değil. Öyleyse onlara hürmetlerimizi arz edip yazımıza devam edelim.

NİÇİN TASAVVUF DEĞİL DE MİSTİSİZM?..

İslâmî eserlerde sık sık kullanılan “tasavvuf” kelimesini, Avrupalılar ve Hıristiyan âlemi pek kullanmaz. “Tasavvuf”un tam karşılığı olmasa da, bu kelimenin yerine, ona yakın bir mânâya gelen “Mistik” kelimesini kullanırlar. Mistik, doğuda yani İslam âleminde kullanılan “Tasavvufî” kelimesinin batıdaki karşılığıdır. Mistisizm de tasavvuf demek…

İslam toplumu içinde yaşadıkları halde tasavvufu içine sindiremeyen bazı kimseler var ki, bunlar tasavvufu yaşamamakla kalmaz, bu kelimeden de köşe bucak kaçarlar. Bu mevzûdan bahsederken bile, güpgüzel o İslâmî “tasavvuf” kelimesi varken, onu bırakır da gider elin Fransızca mistik veya mistisizm kelimelerini kullanırlar.

Nedir bunun sebebi?

Batı hayranlığı mıdır? Avrupâî kelime kullanma hevesi midir? Yoksa “Bakın ben bu kelimeleri de biliyorum” düşüncesi midir, bilmiyoruz.
Yazar Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli kitabında da Tasavvuf ve tasavvufî kelimeleri kullanılsa da onların yerine sık sık mistisizm ve mistik kelimelerinin kullanıldığını görüyoruz. O da tasavvuf veya tasavvufî demiyor ille de mistik diyor…

Tasavvuf kelimesini hiç kullanmıyor değil. Mistisizm demeyi unuttuğu zaman tasavvuf dediği de olmuş. Ama ille de mistik…

Kitabında, MİSTİK PEYGAMBER TASAVVURU başlığı altında, tasavvuf âlimlerinin Peygamber inancını şöyle tenkit ediyor:

“Buna “Resûlüllah’ın buharlaşması” da diyebiliriz.”
“Çünkü mistik peygamber tasavvurunda, Hz. Peygamber’in insanî varlığı garip bir biçimde ortadan kaldırılmaktadır.

…Hz. Peygamber’in insânî varlığını ortadan kaldıran bu tasavvur, bu işi yaparken kendisine özgü bir dil geliştirir. Bu dilde Hz. Peygamber gider, onun yerini Nur-u Muhammedî veya Hakikat-i Muhammediye adı verilen soyut kimlik alır.” (Sa: 204)

Yazar İslamoğlu, “Hz. Peygamber’in insânî varlığını ortadan kaldıran bu tasavvur” derken, tasavvufçuların “Peygamberimiz’in maddî vücudunu yok saydıklarını” söylemek istemiyor. O da biliyor ki, tasavvufçular Peygamberimiz’in bir insan olduğunu zaten kabul ederler. Tasavvufçuların kabul ettikleri başka bir şey var: Nur-u Muhammedî. Yani Peygamberimiz’in nur merkezi olduğu…

İslamoğlu, Peygamberimiz’in nur merkezi kabul edilmesine yani tasavvuf erbabı Müslümanların Nur-u Muhammedî inancına bozuluyor,

NUR-U MUHAMMEDÎ İNANCINA İTİRAZ…

Değerli okuyucu!

Tasavvufçular eğer Peygamberimiz’i diğer insanlardan farksız bir insan kabul ediverseler, İslamoğlu itirazı kesecek. Onun itirazı sadece Nur-u Muhammedî inancına. Bu itirazını da zaten gizlemeden açıkça ortaya koyuyor.

Ancak, bütün Müslümanlar bilir ve inanırlar ki, elbette Peygamberimiz’in nuru yani Nur-u Muhammedî vardır. Hatta onun vücudu baştan aşağı nurdur. Bunu isbat için uğraşmaya lüzum da yoktur. Çünkü nihayet bu bir inanç meselesidir. İnanan inanır, inanmayan inanmaz. Biz İslamoğlu’nun bu itirazını bir ibretlik levha olarak okuyucularımıza sadece arz ediyoruz…

Ama şu cür’etine temas etmeden de geçemeyeceğiz:

İslamoğlu, kendince Nur-u Muhammedî meselesini anlatırken, Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin torununun oğlu olan Abdülkerim el-Cîlî Hazretleri’nin el-İnsanü’l-Kâmil isimli eserinden kısa alıntılar yapıp arkasından da yapacağını yapıyor yani hükmünü basıyor.

Abdülkerim Cîlî Hazretleri’ne revâ gördüğü hüküm ve yaptığı şu suçlama çok ağır:

“Gerçekten tipik bir Hıristiyanlaştırma örneği.” (Sa: 205)
Biz de diyoruz ki, aksine İslamoğlu’nun bu sözü gerçekten tipik bir Allah’tan korkmazlık örneği…

Varsın o, tasavvuf erbabını, “Kur’an’ın sunduğu Hz. Peygamber portresiyle çoğu zaman tam karşıt kutuplarda…” diyerek suçlamaya devam ededursun, biz de yavaş yavaş “tipik bir Hıristiyanlaştırma örneği” verenin, Abdülkerim Cîlî mi yoksa esas yazarın kendisi mi olduğunu cevaplamaya hazırlanalım.
İslamoğlu, tenkitte hızını alamayıp, “Mistik tasavvura göre, Hz. Peygamber beşer kılığına girmiş bir nurdur” derken, bizim de kendisine cevap verme zamanımız gelmiş oldu.
Söze başlayalım…

BİZ DEĞİL KUR’AN CEVAP VERİYOR…

Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphe yok ki, size Allah tarafından bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.” (Mâide sûresi, âyet:15)

Bu âyette bahsedilen kitabın Kur’an-ı Kerim olduğu belli de “Nur” denilen nedir?..

İşte bu soru Mustafa İslamoğlu’nu dut yemiş bülbül gibi lâl etmeye yeter. Ama olsun. O gerçekler karşısında lâl olsa da, büyük âlim Ömer Nasuhi Bilmen lâl olmadığı için söyleyeceğini söylemiş. Ömer Nasuhi Hoca, Mâide sûresinin 15. âyetinin tefsirinde şöyle diyor:

“Size Allah tarafından bir nur gelmiştir ki, o da bütün âfaka hidâyet zıyalarını (ışıklarını) neşreden Hâtemü Enbiyâ Hazretleri’dir.”

(Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, cild 2, Sahife: 744)
Şimdi değerlendirmeye geçelim ve “tipik bir Hıristiyanlaştırma örneği”nin asıl kimde olduğunu görelim:

Mâide sûresi 15. âyette, Peygamberimiz’in her ne kadar bir nur olduğu bildiriliyorsa da İslamoğlu bunu kabul etmiyor ve Nur-u Muhammedî’ye itiraz ediyor.

Enteresandır, Mâide sûresinin 15. âyetinde bildirilen “Nur-u Muhammedîyi, Peygamberimiz’in nur olduğu” gerçeğini hırisitiyanlar da kabul etmiyorlar.
Öyleyse, İslamoğlu’nun, Abdülkerim el-Cîlî Hazretleri’ni suçlayarak kullandığı, “tipik bir Hıristiyanlaştırma örneği” sözünü hatırlamanın tam zamanı değil mi?
Bay İslamoğlu, âyete verdiği mânâdan dolayı sakın Ömer Nasuhi Hoca’ya itiraz etmeye kalkışmasın, mahcup olur. Çünkü, kendisinin sık sık kaynak gösterdiği Tefsir-i Kebir de aynı mânâyı veriyor.

Celâleyn Tefsiri de aynı mânâyı veriyor.

Kurtubî Tefsiri de aynı mânâyı veriyor.

Ona göre kaynak sayılmasa da tasavvufî bir tefsir olan Rûhu’l-Beyan da aynı mânâyı veriyor…

İslamoğlu da bu mevzûda ehl-i sünnet âlimlerinden uzak olarak kendi yanlış inancıyla kalıveriyor.

İFTİRA ÜSTÜNE İFTİRA…

On parmağında on kara olan İslamoğlur, iftira etmekten hiç çekinmiyor. Onun yazdığına inanılacaksa, tasavvufçulara göre, “Hazreti Peygamber, ulaşılması ve anlaşılması mümkün olmayan bir masal kahramanı gibi algılanmakta” imiş. “Örnek alınmak yerine hayran olunmakta” imiş.

Demek ki, insan yazdığını hırsla yazarsa fikrî dengeyi tutturamayabiliyor…
Bakın, yukarıdaki cümlesinde ne söylemek istediği hem belli değil hem de mânâsız.

Bi kere, Resûlüllah hayattayken ona maddeten ulaşmak zaten hem yasak değildi hem de mümkündü. Hoş bunu tasavvufçular inkâr edecek değil.
Vefatından sonra maddeten ulaşmak ise zaten mümkün değil…
Peygamberimiz’in mânevî makamına ulaşmaya gelince…

O hayattayken de vefatından sonra da onun mânevî makamına ulaşmak ise tabii ki mümkün değil

Öyleyse Bay Yazar’ın “Hazreti Peygamber’e ulaşmak” sözü ne demek oluyor?
Laf ola beri gele... Dediğim gibi, insan yazdığını hırsla yazarsa işte böyle ne yazdığını da bilmiyor.

Acaba Bay Yazar, Peygamberimiz’in mânevî makamına ulaşmayı kastediyor da tasavvufçuların, “Peygamberimiz’in mânevî makamına ulaşmak mümkün değildir” dediklerini mi söylemek istiyor?

Bunu söylemek istiyorsa haklıdır. Gerçekten tasavvuf erbabı, hiçbir kimsenin Peygamberimiz’in makamına ulaşamayacağına inanırlar.

Yoksa Bay İslamoğlu, kendisi diğer insanların Peygamberimiz’in makamına ulaşabilecekleri iddiasında mıdır?..

Ona göre güya tasavvufçular Peygamberimiz’i anlaşılması mümkün olmayan bir masal kahramanı olarak görüyorlarmış. Tamamen iftira. Hiçbir tasavvuf erbabı böyle bir inançta değildir.

İslamoğlu’nun bu iddia ve iftirasının tarihte hiçbir nümûnesi yoktur. Çünkü, tarihte bu iddiada bulunan hiçbir Allah kulu olmamıştır. …

Böyle bir iftiraya şimdiye kadar Avrupalı misyonerler bile tenezzül etmediler. Bu masal kahramanı iftirasını ilk olarak sadece İslamoğlu’nda görüyoruz…

MANTIKSIZLIK ÖRNEĞİ…

Efendim neymiş? Tasavvufçulara göre Peygamberimiz, “Örnek alınmak yerine hayran olunmakta” imiş.

Mantıksız bir idda ve iftira…

İftiradır, çünkü Peygamberimiz’e sadece hayranlık duymuş da örnek almamış hiçbir tasavvuf erbabı yoktur.

Mantıksızdır, çünkü hayran olmak örnek almaya engel değildir. Aksine, insan hayran olduğu kimseyi örnek almaya çalışır.

Ama Bay Yazar, örnek almakla hayran olmayı birbirinden irtibatsız şeylermiş gibi gösterip bu bahaneyle tasavvufa ve tasavvuf erbabına hücum ediyor.
Ve sonunda hem Kur’an hem Peygamberimiz adına hüküm vermeye kalkışıyor ve kelimenin tam mânasıyla iyice haddini aşıyor. Bakın ne diyor:
“Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e sorsaydık “hangisini tercih edelim diye”, kesinlikle bize yukarıdaki mistik tasavvurun tam aksi bir “peygamber portresi” çizerlerdi.” (Sa: 206)

Dikkat ederseniz, hiçbir ilmî dayanağı yok. Sadece kendi kanaatı o kadar…
Ancak, böyle söylemekle, yani Kur’an’ın ve Peygamberimiz’in, kesinlikle tasavvufu reddettiğini söylemiş olmakla 1400 senelik İslam tasavvuf kültürünü bir çırpıda yok sayıyor…

Yazarın, altını çizdiğim kesinlikle kelimesine dikkatinizi çekerim.
Sanki kesinlikle, Kur’an ve Hz. Peygamber, Bay Mustafa İslamoğlu’nun söylediğini söylerlermiş…

Bu söz, “Kur’an da Hz. Peygamber de aynen benim söylemek istediğimi söyler. Benim ne söylüyor ve ne düşünüyorsam, aynısı Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in söylediğidir ” demektir ki büyük vebal, büyük bir fütursuzluktur.
Bir Müslüman haşâ ki böyle bir iddiada bulunsun! Milyon kere hâşâ!...

VE NİHAYET…

Nihayet yerinde bir şey yapıyor.
“Sünnet ve hadis, Hz. Peygamber’in manevi şahsiyetini ayakta tutan ana sütunlardır” diyen yazar, oryantalistlerin (müsteşriklerin) sünnet ve hadis düşmanlığı yaptıklarını söylüyor ki elhak doğru.
Şu sözleri de doğru:

“O sütunları (hadis ve sünneti) parçalamak, Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliğini manevi şahsiyetinden mahrum etmek anlamına geliyordu.”
Ne var ki, bu doğru cümlesiyle farkında olmadan açık bir tenakuza düşüyor. Şöyle ki:

Bu sözünde, Peygamberimiz’in bir manevî şahsiyeti olduğunu söylüyor.
Bu doğru da yalnız kendisinin acımasız şekilde tenkit ettiği tasavvufçular da aynı şeyi söylemiyorlar mıydı!

Onlar da “Nur-u Muhammedî” derken Peygamberimiz’in mânevî şahsiyetini yani nur olan mânevî vücudunu kastediyorlar işte. Yoksa maddî vücudunu inkâr etmiyorlar ki!..

Nasıl oluyor da, tasavvufçular Peygamberimiz’in mânevi şahsiyetinden bahsedince suçlu oluyorlar da aynı tabiri Bay İslamoğlu söyleyince suçlu olmuyor?

İşte tenakuz/çelişki burada…

Neyse biz yine insaflı davranıp meselenin gerçeğini anlatalım:
Aslında Yazar, tasavvuf erbabının, Peygamberimiz’in mânevî kişiliği olduğunu söylemesine değil, Peygamberimiz’in mânen nur olduğunu söylemelerine itiraz ediyor.

Ona göre, kendisinin dediği gibi mânevî kişilik diyebilirsin ama nur diyemezsin.

Sizin anlayacağınız, onun itirazı, “nur”a, nur kelimesine. Peygamberimiz’in isminin NUR kelimesiyle beraber anılmasına. Yani Nur-u Muhammedî denilmesine.

İslamoğlu, Peygamberimiz’in isminin yanından NUR kelimesi kaldırılsa rahatlayacak…

BİR DOĞRU, BİR TENAKUZ / ÇELİŞKİ…

Mustafa İslamoğlu isimli yazar şöyle diyor:
“İnsanoğlu… kendisine yabancılaştığı oranda Allah’a ve onun mesajına yabancılaşmıştır. Kendisine, Allah’a ve eşyaya karşı yabancılaşan insanı, kendisiyle bilişik, barışık ve tanışık kılmak için, Allah peygamberler aracılığıyla mesajlar göndermiştir.” (Sa: 213)

Sayın İslamoğlu, söylediğiniz tamamen doğru.

Tasavvufun gayesi de zaten “İnsanı, kendisiyle bilişik, barışık ve tanışık kılmak” değil mi?

Tasavvuf erbabı, bazılarının yaptığı gibi “Kim nefsini (kendini) bilirse rabbini bilir” kaidesine itiraz etmiyor, üstelik benimsiyor. Zaten “Nefsini (kendini) bilenin rabbini bilmesi” ile, “İnsanın, kendisiyle bilişik, barışık ve tanışık olması” aynı neticeyi verir.

Baya İslamoğlu! Sözümüzü, kendinizle ters düşen ve ardı arkası kesilmeyen çelişkilerinizden / tenakuzlarınızdan birisiyle toparlamaya çalışalım:
“Üstadım” dediğiniz Musa Carullah, “Peygamber ümmetin bir ferdi gibidir. Ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” diyerek, bir taraftan sıradan insanları Peygamberimiz’in makamında gösteriyor, diğer taraftan da Peygamberimiz’i sıradan insanların seviyesine indiriyordu. Siz de buna “Sarsıcı bir tesbit” diyerek övgü yağdırıyordunuz. (Sa: 28)

Kitabınızın sonuna doğru bu sözlerinizi unutarak, bunun tam tersi olan şu meşhur mısraları yazıyorsunuz:

Muhammed beşerdir, fakat sanma ki sıradan beşer gibidir.
Onun değeri, değersiz taşlar içinde yakuta bedeldir. (Sa: 217)
Önce, “Peygamber ümmetin bir ferdi gibidir” diyordunuz, sonra döndürüp “Muhammed beşerdir (insandır) ama sıradan kimseler gibi değildir. O, taşlar içinde yakut gibidir” diyorsunuz…

Soruyorum: Sizin Peygamber tasavvurunuz bunların hangisine uygun Sayın İslamoğlu?

Peygamberimiz, ümmetin bir ferdi gibi midir yoksa sıradan bir insan olmayıp değersiz taşlar içindeki yakut gibi midir?
Hangisi?

Kusura bakmayınız ama tenakuzlarınız yazmakla bitmiyor. Onun için, bu konudaki sözlerimize mecburen devam ediyoruz…

Bu arada şu gerçeği bir defa daha tekrar etmeden geçmeyelim:
Şimdiki Rusya Baş Müftüsü Talat Tacettin’in söylediğine göre, hayranı olduğunuz Musa Cârullah, Lenin’e destek veren birisidir. Bu bilgiyle ilgili şahitler hâlen hayattadır…


Ali EREN |  20.05.2013 09:04 | www.haberkita.com


mazhar

  • Ziyaretçi
Mevlevilik'te "Sema",Alevilik'te "Samah"
« Yanıtla #1 : 22 Ekim 2013, 07:14:09 »
Mevlevilik'te "Sema",Alevilik'te "Samah"
 

 
Geçen Cumartesi Yeni Akit’teki yazımda “Hangi Alevilik?” diye sormuş ve yazımın bir yerinde Alevilikteki samah ile Mevlevilik’teki semâ’ geleneğinin aynı kökten geldiğini, samah’ın, semâ’ kelimesinin  kırsal kesim telaffuzundan başka bir şey olmadığını söylemiştim.

Semâ’  ile “samah” kelimesinin aynı kökten geldiği bilgisini harc-ı âlem bir bilgi olduğunu ve kamuoyunca bilindiğini tahmin ediyordum. Meğer ne kadar yanılmışım!...
Yazı yayınlandıktan sonra, telefonla veya internet ortamında pek çok insan “Bu nerden çıktı şimdi?... Mevlevilikle Aleviliğin ne alakası var?... Durup dururken iş mi çıkarıyorsunuz başımıza..” diye soranlar ve hatta  “Hocam fazla uçmuşsunuz...” diyenler bile oldu.
Basit bir bilginin kamuoyunca bilinmediğini görünce gerçekten şaştım.
O zaman izah edelim...


Mevlevikteki “semâ’” ayinini ve Alevilik’teki “samah”ı bilmeyenimiz yoktur. İkisi de bedenle yapılan zikirdir ve bedenin, müzik ritmine uygun bir şekilde hareket ettirilmesidir. Tutun ki müzik ritmiyle beden ritminin uyumudur. Başka tarikatlerde de bu tür zikirler vardır ve buna “cehrî zikir” (sesli, açık zikir) denir. Meselâ Kadirî ve Rifâî tarikatlerinde cehrî zikir yapılırken, Nakşbendîlikte, hafî (sessiz, gizli) zikir yapılır.

Ayakta veya oturarak yapılan cehrî zikir esnasında, cezbeye kapılanlar, vücut hareketlerini  müziğin ritmine uydurarak hareket ederler. Eskiden buna “raks” denirdi ve bu raks, “şeytanî ve rahmanî olarak ikiye ayrılırdı. Allah’ı zikrederken (Buna tasavvuf ıstılahında “vird” denir.) vecde gelip raks edenlerin raksına “Rahmanî zikr”, dünyevî duygularla raksetmeye de “şeytanî zikr” denmiştir.

   Her iki tasavvufî olgunun da temel ayinlerinin aynı kaynaktan türediği söylenebilir. Çünkü ikisinde de gerek kolların kullanılması ve gerekse halka oluşturarak veya münferiden dönülmesi, birbirine benzer. Semâ’ ayinindeki müzik ve hareketler, daha rafne ve işlenmiştir; samahtaki müzik ve hareketler, daha doğaldır. Bu tıpkı şehir kültürünü yansıtan halı ile kırsal kesim kültürünü yansıtan kilimdeki motiflerin renk, çizgi ve kompozisyon anlayışındaki fark gibidir. Semâ’, şehir kültürünü, samah ise kırsal kültürü yansıtır.  

Semâ’ kelimesi ile samah kelimesi de aynı Arapça kökten türetilmiş olan aynı kelimedir. Arapça se, mim, ayın kökünden türetilen semâ’ kelimesinin sonundaki ayın harfi, samah kelimesinde h’ye dönüşmüştür. Benzer dönüşme, gene Arapça olan tamah (Arapça’da tama’) ve talih (Arapça’da tâli’) kelimelerinde de görülmektedir. Semâ’ kelimesindeki â’nın kısa söylenmesi ve ilk hecedeki e’yi “gerileyici benzeşme” dediğimiz teknikle a’ya döndürmesi sonucu (helvâ’nın halva, elma’nın alma olması gibi) Mevlevilik’teki semâ’ kelimesi, Alevilik’te samah olmuştur. Mesele bu kadar basittir.
Hem icralarındaki benzerlik, hem de aynı terimin farklı telaffuzlarıyla (semâ’, samah)  ifade edilen bu ritüel, aynı kültürün ortaya çıkardığı bir uygulamadır.
21 Ekim 2013 Pazartesi 01:23.Habervaktim.com.Prof. Dr. Namık Açıkgöz
« Son Düzenleme: 22 Ekim 2013, 19:34:54 Gönderen: mazhar »

Çevrimdışı son yolcu

  • okur
  • *
  • İleti: 84
  • TİTREDİM EFENDİM (SAV) , SENİ ANDIM DÜN GECE...
Ynt: İslam ve Tasavvuf mu Batı Mistisizm mi?
« Yanıtla #2 : 22 Ekim 2013, 09:19:43 »
Saçmalık.... Alevilerin yaptığı o şeyin rahmani zikirle ne alakası varsa , bencede yazar uçmuş biraz.

Paylaşım için teşekkürler...
VE AŞKKKKKKKK İNSANIN ALNINA DOKUNDU... SÜBHANE RABBİYEL ALA ...