EDEBİYAT KÖŞESİ > EDEBİYAT
Tâbirlerimiz
zaman_1453:
TÂBİRLERİMİZ ........... ALTINDAN ÇAPANOĞLU ÇIKIYOR
Tarihimizde Çapanoğlu lakabıyla anılan bir sülâle vardır. Yozgat şehrini kuran Ahmed Paşa, bu sülâlenin ilk tanınmış kişisi olup 1764 yılında Sivas vâlisi iken önce azledilmiş ardından da idam ettirilmiştir. Ahmed Paşanın büyük oğlu Mustafa Bey ve ardından da küçük oğlu Süleyman Bey vâli olurlar. Süleyman Bey bu sülâlenin şöhretini âfâka salmış ferdidir. Yozgat şehrini bayındır hâle getiren ve Osmanlı hükûmet boşluğundan istifade ile Amasya, Ankara, Elazığ, Kayseri, Maraş, Niğde ve Tarsusu içine alan bir hükûmet kurup adını Celâlîler listesinin levhasına yazdıran odur. Süleyman Bey zamanında sadece halk arasında değil; devlet kademelerinde de Çapanoğlu adı korku ve çekingenlikle anılmaya başlar.
İşte o devirde devlet memurlarından biri, verilecek bir yolsuzluk kararını araştırmak üzere müfettiş tâyin olunur. Araştırmaları ona, Çapanoğullarından birkaç kişinin de yolsuzluklarda parmağı olduğunu gösterir. Çapanoğlu Süleyman Beyin nüfûzundan çekinen memur, vaziyeti yakın bir arkadaşına anlatıp fikrini ister. Aldığı cevap şöyledir:
Bu işi fazla kurcalama; altından Çapanoğlu çıkarsa, başın belâda demektir!..
Müfettiş ne yapsın; soruşturmalarını yarıda bırakıp yuvarlak cümleler ile neticeyi alâkalı mercilere bildirir.
Çapanoğlu Süleyman Beyin yaşadığı zamanlarda takvimler, 1700lü yılların sonuna yaklaşmaktadır. Şimdi ise 2000li yılları yaşıyoruz ve hemen her soruşturma, altından çıkacak Çapanoğlu hatırına yarıda kalmaktadır. Bize öyle geliyor ki, bu işlerin içinde bir yerlerde, hukûkun ulaşamadığı, yahut nüfûzundan çekindiği bir Çapanoğlu var.
zaman_1453:
“MÜREKKEP YALAMAK”
Uzun yıllar tahsil görmüş, ilim-irfan öğrenmiş kişiler hakkında kullanılan, “mürekkep yalamak” diye bir tâbirimiz vardır. Bu tâbir bize, matbaadan önceki zamanların el yazması kitapların hattatları, yahut müstensihlerinden (kopya usûlü kitap çoğaltan kâtipler) yâdigârdır.
El yazması kitapların sayfaları hazırlanırken, pürüzleri kaybolsun ve kalemin kayganlığı sağlansın diye, parşömenlerin üzeri âhar denilen bir çeşit sıvı ile cilâlanır, ardından da mühürlenirmiş.
Âhar, yumurta akı ve nişasta ile hazırlanan muhallebi kıvâmında bir terkiptir, kâğıt üzerinde bir tabaka meydana getirir. Kitap kurtlarının pek sevdiği âhar, aslında suyu görünce hemen erir. Âharın bu hususiyetinden dolayı eskiden hattatlar ve müstensihler, bir hata yaptıkları vakit onu silmek için, serçe parmaklarının ucunu ağızlarında ıslatıp hatalı harf veya kelimenin üzerine sürerler; böylece zemindeki âhar dağılır ve âharla birlikte hata da kaybolur gidermiş. Bazan bütün bir cümlenin silinmesi gerektiğinde, aynı işi tekrarlamak îcap eder, hattatın serçe parmağına gelen mürekkep ister istemez diline geçer, böylece hattat mürekkebi yalamış olurmuş.
Mürekkep bezir isinden hazırlandığı için suda çözülmesi tabiîdir. Bu yüzden el yazması eserler, su ve benzeri sıvılarla temas ettirilmez. Ancak kitap henüz yazılma safhasındayken mürekkebin bu hususiyeti hattatların işine yarar; gerek divitlerin ucunda kalan mürekkep lekelerini gidermek ve temizlemek, gerekse sayfaya küçük bir tırfil (harflerin üzerine konulan uçları kıvrık √ şekilli süs) yahut imlâ koymak için diviti tekrar mürekkebe bandırarak israf etmek yerine ucunu dillerine değdirir ve oradaki mürekkebin çözülüp kullanılmasını temin ederlermiş. Bu vaziyette de dillerin mürekkeplenmesi, yani mürekkebi yalamış olmaları muhakkaktır.
Neticede eskiler, bir insanın yaladığı mürekkep miktarınca ilminin ziyadeleştiğini kabul ederler ve okuma-yazma bilenlerin pek az olduğu çağlarda azıcık da olsa mürekkep yalamış olmayı cemiyet içinde saygı alâmeti olarak alırlarmış
zaman_1453:
“SABIR ÇANAĞI TAŞTI”
İyi kalpli bir zenginin, genç yaşta vefâtı üzerine, üzüntüden, kısa zamanda hanımı da rûhunu teslim etmiş. Tek vâris durumundaki kız çocuklarına, amcasını vasî tâyin etmişler. Kızın amcası zâlim çıkmış ve kızın mallarına el koyduktan gayrı bir de kendini hizmetçi gibi kullanmaya başlamış. Yenge bir yandan, yeğenler bir yandan zavallı kızı hem itip kakıyorlar, hem de kendilerine hizmet ettiriyorlarmış. Zamanla çocukcağızı dövmeye de başlamışlar. Bütün ev halkının ayrı ayrı eziyet ve takazalarına mâruz kalan yavrucak her gece yatağına göz yaşları içinde girer olmuş. Öyle sindirmişler ki, derdini kimseciklere açamıyormuş.
Yavrucak, bir gece yine yastığı göz yaşlarıyla ıslanarak uyuya kalmış. O gece rüyâsında, peygamberlerden Eyyûb aleyhisselâmı görmüş ve derdini olduğu gibi anlatmış. Sonunda Hz. Eyyûb onun sırtını sıvazlayıp kendisine sabır tavsiye etmiş ve yeşil bir çanak vererek;
— Evlâdım, demiş, bu çanağı gizli bir yerde sakla. Her gün bildiğin duâları oku ve içinden dâima, Cenâb-ı Hakk’ın “Yâ Sabûr” ismini vird edin. Ağlayacağın zaman, göz yaşlarını bu çanakta biriktir. Çanak dolup taştığı gün, inşâAllah senin de çilen bitecek!
Kızcağız heyecan içinde uyanmış. Bir de ne görsün; yeşil çanak başucunda duruyor. Çanağı saklayıp rüyâsından kimseciklere bahsetmemiş. Zaman su gibi akar derler ya; kızcağız ne zaman odasına çekilip ağlasa, göz yaşlarını bu çanağa döker olmuş. Hayatı gittikçe çekilmez oluyor; ama çanak da bir yandan doluyormuş. Sıcak yemek yüzüne hasret, gittikçe eriyerek ergenlik çağına yaklaşmış. Bir gece öyle çok ağlamış ki; çanak ha taştı ha taşacak... O sırada Eyyûb aleyhisselâmın sözlerini düşünüp ne olacağını merak ediyormuş. Sabaha karşı amcası kendisini çağırmış ve bütün ev halkıyla birlikte denizaşırı bir seyahate gideceklerini söyleyip, tehditkâr ve azarlar bir edâ ile kulağını çekerek, eve göz kulak olmasını, aksi halde canını alacağını söylemiş. Kız acı içerisinde kıvranırken içinden, “İnşâAllah senin de bir canını alan bulunur!” diye geçirmiş.
Mazlûmun âhı yerde kalır mı; o yolculukta, ev halkının bindiği gemi batmış ve hepsi boğularak ölmüşler. Sabırlı kızcağız, anasından-babasından kalan mîrasa sahip olduktan başka amcasının da tek vârisi olarak her şeyin sahibi olmuş.
İşte, lisâmızdaki “Sabrımız taşıyor”, “Sabrı taştı”, “Sabrımı taşırma” ve benzeri tâbirlerin menşei budur.
Tahammül sınırlarının zorlandığı anlarda ağzımızdan dökülen bu söz, eskiden öyle uluorta değil, nâdiren söylenir; ama söylenince de ardında durulurmuş...
zaman_1453:
LİSANLARDAKİ TÂBİRLER
Dünyanın her yerinde, ortak insanî değerler taşıyan davranış biçimleri hakkında, mânâca birbirine çok yakın tâbirler mevcuttur. Bilhassa İslâmiyet’in örf-âdet ve an’ânelerine sahip olan milletlerin ortak kıymet hükümleri sebebiyle, birbirlerine çok benzeyen tâbir ve mefhumları, dilimizde bir hayli fazladır. Meselâ “Men dakka dukka”ya karşılık, “Çalma kapısını çalarlar kapını” tâbirini kullanırız v.s. Şimdi bu tâbirlerden birisi olan “Rahmet okutmak”ı, hikâyesiyle birlikte inceleyelim...
“Rahmet okutmak” tâbiri aşağı-yukarı “Gelen gideni aratır” atalar sözünün karşılığıdır. Kötülükte sonra gelenin, önce geleni bastırmış olması hâlinde, “Rahmet okuttu” deriz.
Mehmet Âkif Bey, “Ağzı meyhâneye rahmet okuturken hele bak/ Bana gelmiş de şerîatçı kesilmiş avanak” diye yakınırken, tâbiri pek güzel kullanmış. Türkçe’de bu tâbirin nasıl meydana geldiğine dâir şöyle bir hikâye mevcuttur:
Hırsızın biri hastalanmış ve sekerât-ı mevt hâlinde iken Allah Teâlâ’ya şöyle duâ edermiş: “Yüce Allah’ım!.. Dünyada nasîbim hırsızlıktan imiş. Ne kazandı isem bu yolla kazandım. Çoluk-çocuğumun kursağına helâl lokma girmedi. O kadar insanın âhını aldım, hakkını yedim. Bu kadar günah ile senin yüce huzûruna nasıl çıkayım! Arkamdan beni hayırla anacak kimse de yok. Bilâkis herkes beni lânetle anacak. Affet Allâh’ım!”
Hırsızın delikanlı oğlu, bu hâle bakıp babasına demiş ki; “Baba, sen hiç merak etme. Ben seni her gün rahmetle andırırım, için rahat olsun.”
Hırsız ölmüş. Evin geçim yükü oğluna kalmış. Delikanlı babasının mesleğini sürdürmeye kararlı. Başlamış hırsızlığa. Ancak babasının aksine, girdiği her evi âdeta kuruturmuş. İğneden ipliğe ne var ne yoksa alır, ev sahibine çıplak odalar bırakırmış. Öyle bir zaman gelmiş ki, evleri soyulanlar, eski hırsızı, yani delikanlının babasını arar olmuşlar. Diyorlarmış ki: “Babası da hırsızdı ama; Allah rahmet eylesin, ihtiyacı kadar çalardı. Bunun gibi aç gözlü ve hırslı değildi.”
Herhalde bir hırsıza da rahmet ancak bu kadar okunur!
30 Temmuz 1998 ( Fazilet Takvimi)
zaman_1453:
“ELİ KULAĞINDA”
Tahakkuku pek yakın olan işler hakkında, “(Henüz olmadı ama) eli kulağında!” deriz.
Bu tâbirin kaynağı Asr-ı Saâdet’te, Bilâl-i Habeşî radıyallâhü anh’e kadar uzanır.
İslâmiyet yayılmaya başlayıp da Müslümanlar’ın sayısı artınca, onları namaz için bir araya toplamak üzere ezan okunması kararlaştırılmış ve sesi güzel olduğu için de Habeşistanlı eski bir köle olan Hazret-i Bilâl (r.a.) bu vazifeye seçilmişti. Ne var ki Medîne’deki müşrikler ve diğer dinlere mensup olanlardan bazı tahammülsüz kimseler, ezan okunurken sesi duyulmasın diye gürültü yapmaya, çocukları toplayıp Bilâl-i Habeşî (r.a.) ile alay ettirmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Bilâl, ellerini kulaklarına tıkayarak ezan okumaya başladı. Bilâhare müezzinler ellerini kulaklarına tıkamayı bir çeşit Bilâl-i Habeşî (r.a.)’nin sünneti gibi gördüler ve ezanı öyle okudular.
Eskiden birisi yanındakine:
— Ezan okundu mu? diye sorduğunda, eğer vakit çok yakınsa;
— Okunmadı ama, (müezzinin) eli kulağında; dermiş.
Navigasyon
[0] Mesajlar
[#] Sonraki Sayfa
Tam sürüme git