Terbiye, sıfatın değişmesi ve güzelleşmesidir. Bunun temeli kalp temizliği olup sonucu güzel ahlâktır. Buna takvâ denir.
Takvânın üç derecesi vardır:
Kalbi şirk, küfür, şek ve şüpheden temizlemek. Bunu yapan kimse iman dairesine girer, mümin olur, ilâhî emirlerle mükellefiyeti başlar.
Kalbi, haram olan bütün günah düşüncelerinden ve nefsin kötü arzularından temizlemek. Bunu yapan salih, müttaki bir kimse olur.
Kalbi, Cenâb-ı Hakk’a perde olan her türlü gaflet, sevgi ve arzudan temizleyip bütünüyle Allah’a bağlanmaktır. Bunu yapan ârif ve kâmil insan olur.
Takvânın ilk iki derecesi herkese farz kılınmıştır; üçüncü derecesi ise kullara rahmet olarak övülmüş, teşvik edilmiş ve o has daireye girenlere en güzel müjdeler verilmiştir. Hedef, üçüncü daireye giren bahtiyarlardan olmaktır. Kâmil mürşid, takvânın bütün derecelerini elde etmiş kimsedir.
Kalpte bulunan ve kalp ile işlenen bütün mânevî günahlardan da arınmadıkça gerçek temizlik gerçekleşmez. Allah Teâlâ,
“Günahın açığını da gizlisini de terkedin. Çünkü günah işleyenler yaptıklarının cezasını mutlaka çekecekler” (En‘âm 6/120) buyurarak, her türlü günahtan uzak durulmasını emretmiştir.
Kur’an, kalbin temizliğine “tezkiye” ismini vermiş ve ebedî kurtuluşu ona bağlamıştır (A‘lâ 87/14-15; Şems 91/9-10). Hz. Peygamber’in (s.a.v) temel görevi tebliğ ve tezkiye olarak belirlenmiştir.(Âl-i İmrân 3/164; Cum‘a 62/2)
Tezkiye, kalıbı değil kalbi temizlemektir. Bu, kalbin şirk, küfür, isyan, gaflet gibi mânevî kirlerden arındırılmasıdır. Bu arındırma, iman, nur, feyiz, tövbe, istiğfar, göz yaşı ve ibadetlerle olmaktadır. Hadisler, dinin ve güzel ahlâkın merkezine kalbi koymuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.v), kalbin insanın dinî hayatındaki yerini şöyle tanıtmıştır:
“İnsan vücudunda öyle bir parça vardır ki, o iyi olduğu zaman bütün bedenin işleri iyi ve güzel olur. O bozulduğu zaman, bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o parça kalptir.” (Buhârî, İmân, 39; Müslim, Müsâkât, 107; İbn Mâce, Fiten, 14)
Tasavvufun ana konusu, bâtınî fıkıhtır. Bâtınî fıkıh, insanın iç âlemini oluşturan kalp, ruh, nefis ve diğer latifelerin tezkiye, terbiye, terakki ve inkişaflarını hedefleyen mânevî, nurânî, kalbî bir ilimdir.
Zâhirî fıkıh vücudumuzun dış âzaları ile yapacağı ibadet ve vazifeleri inceleme konusu yaptığı gibi, bâtınî fıkıh diyebileceğimiz tasavvuf da kalple ilgili ibadet ve ahlâkları temel konusu yapmıştır. Bundaki hedef, kalbin ihsan mertebesine ulaşmasıdır.
İhsan, kalbin yüce Allah’ı görüyormuş gibi O’na yakınlık kazandığı bir temizlik, şuur ve hassasiyete sahip olmasıdır. Buna kalbin selim hale gelmesi denir. Âhirette kula fayda verecek kalp budur. Tasavvufta, kalbin selim hale gelmesi üç safhada gerçekleştirilmektedir.
Birinci safha mânevî kirlerden temizlik, ikinci safha yüksek ahlâklarla güzellik, üçüncü safha ilâhî huzurda kabul ve yüce Allah ile özel beraberliktir. Bundan sonrası huzur makamıdır. Ârifler, bu hali “kurbiyyet” olarak tarif ederler ve gerçek mânada “sûfî” kelimesini bu sıfatı elde etmiş kâmil insan için kullanırlar.(Sühreverdî, Avârif, s. 18)
Kur’an’da bu yakınlığa ulaşanlar “mukarrebûn” sıfatıyla tanıtılmışlardır. İlâhî taksime göre onlar, insanlar içinde “sâbikûn” sınıfını oluşturmaktadır.(Vâkıa 56/11-12)
Yukarıda özetlediğimiz kalbin tezkiyesi ve nefsin terbiyesi bütün müminlerin ortak hedefidir. Bu hedefte hiçbir ihtilâf yoktur. İhtilâf onun nasıl elde edileceği konusundadır.
Hz. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) saadetli hayatında bu işin merkezinde bizzat kendisi bulunuyordu. Mânevî tezkiye ve terbiye onun nezaretinde gerçekleşiyordu. Ondan sonra bu görev farklı usullerle yerine getirilmeye çalışıldı.
Saadet asrından sonra mânevî hastalıklar çoğaldı ve yaygınlaştı. Dinî hayata taklit hâkim oldu. Yaşanan mânevî gerilemeye devlet yönetimi bir çare bulamadı. Bütün iyi niyetlerine rağmen fakihler bu mânevî gerilemeyi durduramadılar, onu üzülerek seyrettiler.
Müfessirler ve muhaddisler, içine düşülen mânevî boşluğun tehlikelerini anlatmaktan öte bir şey yapamadılar.
Bu arada hicrî 2. asırla birlikte yeni bir ihya hareketi başladı. Bu, sönmeye yüz tutan dinî hayatı canlandırma hareketiydi. Bu hareketin başında büyük velîler bulunuyordu. Bu hareket aynı zamanda daha sonra bir disiplin halini alacak olan tasavvufî terbiyenin temellerini oluşturuyordu. Hasan-ı Basrî, Ma‘rûf-i Kerhî, Mâlik b. Dînâr, Zünnûn el-Mısrî, Süfyân es-Sevrî, Hâris el-Muhâsibî, Cüneyd-i Bağdâdî gibi zatlar, bu hareketin ilk öncülüğünü yapan kimselerdir.
Önceleri vaaz, sohbet ve örnek tavırlarla halkı kucaklayan bu irşad faaliyetleri, 6. (12.) yüzyılda belli bir disiplinle kurulan terbiye müesseselerine dönüşerek, tarikat adıyla İslâm âlemine yayıldı. Kurucularına nisbet edilerek anılan Kâdiriyye, Rifâiyye, Kübreviyye, Şâzeliyye, Nakşibendiyye, Mevleviyye, Bayramiyye gibi tarikatlar, İslâm âleminde büyük hizmetler vermişlerdir.
Bütün bu terbiye ekollerinin oluşturduğu sisteme “tasavvuf” denir.
Büyükler demişlerdir ki: Kâmil bir insanı görmeyen kâmil olamaz. İnsan tek başına kendisini terbiye edemez. Terbiye olmayan mârifete eremez. Tek başına kalanı nefis canavarı parçalar, şeytan kurdu yer. Hayır ve emniyet, Allah için kurulmuş cemaatle birlikte dini yaşamaktır.
Büyük velî Cüneyd-i Bağdâdî (k.s), tasavvufu kısaca şöyle tarif eder:
“Tasavvuf, topluca tövbe etmektir.
Tasavvuf, topluca hizmet etmektir.
Tasavvuf, topluca Allah’ın ipine (imana, Kur’an’a ve ihlâsa) yapışmaktır.
Tasavvuf, topluca Allah’ı zikretmektir.
Tasavvuf, topluca Allah’a gitmektir.”
Bütün Hak dostlarının ortak görüşü şudur:
“Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetini takip etmekten başka Allah’a giden hiçbir yol yoktur. Bütün hallerini ve işlerini Kur’an ve sünnetle ölçüp onların emir ve işaretine göre hareket etmeyen kimse Allah dostu olamaz. Allah dostu olmayana Allah’a giden yolda uyulmaz. Uyulursa Allah’a değil, ateşe gidilir.”(Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, X, 257; Sülemî, Tabakatü’s-Sûfiyye, 159; Kuşeyrî, Risâle, I, 107; Sühreverdî, Avârif, s. 55)
Tasavvuf deyince akla gelecek anlayış budur. Bu ölçü ve edepleri kim korursa, gerçek mümin, hakiki sûfî, kâmil insan odur. Bundan ötesi, kuru kavga ve faydasız bir oyalanmadır.
Faydasız ilimden ve işlerden yüce Allah’a sığınırız.
Muhammed Saki Elhüseyni
Kaynak: HAYAT DENGEMİZ