Gönderen Konu: Tarikat Gerçekleri  (Okunma sayısı 4265 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı tucesofi

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 1
  • §~Sultanım'ın(k.s.) camiye girişi var ya~§
Tarikat Gerçekleri
« : 11 Haziran 2015, 15:41:44 »

Ter­bi­ye, sı­fa­tın de­ğiş­me­si ve gü­zel­leş­me­si­dir. Bu­nun te­me­li kalp te­miz­li­ği olup so­nu­cu gü­zel ah­lâk­tır. Bu­na tak­vâ de­nir.

Tak­vâ­nın üç de­re­ce­si var­dır:

Kal­bi şirk, kü­für, şek ve şüp­he­den te­miz­le­mek. Bu­nu ya­pan kim­se iman da­ire­si­ne gi­rer, mü­min olur, ilâ­hî emir­ler­le mü­kel­le­fi­ye­ti baş­lar.
Kal­bi, ha­ram olan bü­tün gü­nah dü­şün­ce­le­rin­den ve nef­sin kö­tü ar­zu­la­rın­dan te­miz­le­mek. Bu­nu ya­pan sa­lih, müt­ta­ki bir kim­se olur.
Kal­bi, Ce­nâb-ı Hakk’a per­de olan her tür­lü gaf­let, sev­gi ve ar­zu­dan te­miz­le­yip bü­tü­nüy­le Al­lah’a bağ­lan­mak­tır. Bu­nu ya­pan ârif ve kâ­mil in­san olur.
Tak­vâ­nın ilk iki de­re­ce­si her­ke­se farz kı­lın­mış­tır; üçün­cü de­re­ce­si ise kul­la­ra rah­met ola­rak övül­müş, teş­vik edil­miş ve o has da­ire­ye gi­ren­le­re en gü­zel müj­de­ler ve­ril­miş­tir. He­def, üçün­cü da­ire­ye gi­ren bah­ti­yar­lar­dan ol­mak­tır. Kâ­mil mür­şid, tak­vâ­nın bü­tün de­re­ce­le­ri­ni el­de et­miş kim­se­dir.

Kalp­te bu­lu­nan ve kalp ile iş­le­nen bü­tün mâ­ne­vî gü­nah­lar­dan da arın­ma­dık­ça ger­çek te­miz­lik ger­çek­leş­mez. Al­lah Te­âlâ,

“Gü­na­hın açı­ğı­nı da giz­li­si­ni de ter­ke­din. Çün­kü gü­nah iş­le­yen­ler yap­tık­la­rı­nın ce­za­sı­nı mut­la­ka çe­ke­cek­ler” (En‘âm 6/120) bu­yu­ra­rak, her tür­lü gü­nah­tan uzak du­rul­ma­sı­nı em­ret­miş­tir.

Kur’an, kal­bin te­miz­li­ği­ne “tez­ki­ye” is­mi­ni ver­miş ve ebe­dî kur­tu­lu­şu ona bağ­la­mış­tır (A‘lâ 87/14-15; Şems 91/9-10). Hz. Pey­gam­ber’in (s.a.v) te­mel gö­re­vi teb­liğ ve tez­ki­ye ola­rak be­lir­len­miş­tir.(Âl-i İm­rân 3/164; Cum‘a 62/2)

Tez­ki­ye, ka­lı­bı de­ğil kal­bi te­miz­le­mek­tir. Bu, kal­bin şirk, kü­für, is­yan, gaf­let gi­bi mâ­ne­vî kir­ler­den arın­dı­rıl­ma­sı­dır. Bu arın­dır­ma, iman, nur, fe­yiz, töv­be, is­tiğ­far, göz ya­şı ve iba­det­ler­le ol­mak­ta­dır. Ha­dis­ler, di­nin ve gü­zel ah­lâ­kın mer­ke­zi­ne kal­bi koy­muş­tur. Pey­gam­ber Efen­di­miz (s.a.v), kal­bin in­sa­nın di­nî ha­ya­tın­da­ki ye­ri­ni şöy­le ta­nıt­mış­tır:

“İn­san vü­cu­dun­da öy­le bir par­ça var­dır ki, o iyi ol­du­ğu za­man bü­tün be­de­nin iş­le­ri iyi ve gü­zel olur. O bo­zul­du­ğu za­man, bü­tün vü­cut bo­zu­lur. Dik­kat edin, o par­ça kalp­tir.” (Bu­hâ­rî, İmân, 39; Müs­lim, Mü­sâ­kât, 107; İbn Mâ­ce, Fi­ten, 14)

Ta­sav­vu­fun ana ko­nu­su, bâ­tı­nî fı­kıh­tır. Bâ­tı­nî fı­kıh, in­sa­nın iç âle­mi­ni oluş­tu­ran kalp, ruh, ne­fis ve di­ğer la­ti­fe­le­rin tez­ki­ye, ter­bi­ye, te­rak­ki ve in­ki­şaf­la­rı­nı he­def­le­yen mâ­ne­vî, nu­râ­nî, kal­bî bir ilim­dir.

Zâ­hi­rî fı­kıh vü­cu­du­mu­zun dış âza­la­rı ile ya­pa­ca­ğı iba­det ve va­zi­fe­le­ri in­ce­le­me ko­nu­su yap­tı­ğı gi­bi, bâ­tı­nî fı­kıh di­ye­bi­le­ce­ği­miz ta­sav­vuf da kalp­le il­gi­li iba­det ve ah­lâk­la­rı te­mel ko­nu­su yap­mış­tır. Bun­da­ki he­def, kal­bin ih­san mer­te­be­si­ne ulaş­ma­sı­dır.

İh­san, kal­bin yü­ce Al­lah’ı gö­rü­yor­muş gi­bi O’na ya­kın­lık ka­zan­dı­ğı bir te­miz­lik, şu­ur ve has­sa­si­ye­te sa­hip ol­ma­sı­dır. Bu­na kal­bin se­lim ha­le gel­me­si de­nir. Âhi­ret­te ku­la fay­da ve­re­cek kalp bu­dur. Ta­sav­vuf­ta, kal­bin se­lim ha­le gel­me­si üç saf­ha­da ger­çek­leş­ti­ril­mek­te­dir.

Bi­rin­ci saf­ha mâ­ne­vî kir­ler­den te­miz­lik, ikin­ci saf­ha yük­sek ah­lâk­lar­la gü­zel­lik, üçün­cü saf­ha ilâ­hî hu­zur­da ka­bul ve yü­ce Al­lah ile özel be­ra­ber­lik­tir. Bun­dan son­ra­sı hu­zur ma­ka­mı­dır. Ârif­ler, bu ha­li “kur­biy­yet” ola­rak ta­rif eder­ler ve ger­çek mâ­na­da “sû­fî” ke­li­me­si­ni bu sı­fa­tı el­de et­miş kâ­mil in­san için kul­la­nır­lar.(Süh­re­ver­dî, Avâ­rif, s. 18)

Kur’an’da bu ya­kın­lı­ğa ula­şan­lar “mu­kar­re­bûn” sı­fa­tıy­la ta­nı­tıl­mış­lar­dır. İlâ­hî tak­si­me gö­re on­lar, in­san­lar için­de “sâ­bi­kûn” sı­nı­fı­nı oluş­tur­mak­ta­dır.(Vâ­kıa 56/11-12)

Yu­ka­rı­da özet­le­di­ği­miz kal­bin tez­ki­ye­si ve nef­sin ter­bi­ye­si bü­tün mü­min­le­rin or­tak he­de­fi­dir. Bu he­def­te hiç­bir ih­ti­lâf yok­tur. İh­ti­lâf onun na­sıl el­de edi­le­ce­ği ko­nu­sun­da­dır.

Hz. Pey­gam­ber Efen­di­miz’in (s.a.v) sa­adet­li ha­ya­tın­da bu işin mer­ke­zin­de biz­zat ken­di­si bu­lu­nu­yor­du. Mâ­ne­vî tez­ki­ye ve ter­bi­ye onun ne­za­re­tin­de ger­çek­le­şi­yor­du. On­dan son­ra bu gö­rev fark­lı usul­ler­le ye­ri­ne ge­ti­ril­me­ye ça­lı­şıl­dı.

Sa­adet as­rın­dan son­ra mâ­ne­vî has­ta­lık­lar ço­ğal­dı ve yay­gın­laş­tı. Di­nî ha­ya­ta tak­lit hâ­kim ol­du. Ya­şa­nan mâ­ne­vî ge­ri­le­me­ye dev­let yö­ne­ti­mi bir ça­re bu­la­ma­dı. Bü­tün iyi ni­yet­le­ri­ne rağ­men fa­kih­ler bu mâ­ne­vî ge­ri­le­me­yi dur­du­ra­ma­dı­lar, onu üzü­le­rek sey­ret­ti­ler.

Mü­fes­sir­ler ve mu­had­dis­ler, içi­ne dü­şü­len mâ­ne­vî boş­lu­ğun teh­li­ke­le­ri­ni an­lat­mak­tan öte bir şey ya­pa­ma­dı­lar.

Bu ara­da hic­rî 2. asır­la bir­lik­te ye­ni bir ih­ya ha­re­ke­ti baş­la­dı. Bu, sön­me­ye yüz tu­tan di­nî ha­ya­tı can­lan­dır­ma ha­re­ke­tiy­di. Bu ha­re­ke­tin ba­şın­da bü­yük ve­lî­ler bu­lu­nu­yor­du. Bu ha­re­ket ay­nı za­man­da da­ha son­ra bir di­sip­lin ha­li­ni ala­cak olan ta­sav­vu­fî ter­bi­ye­nin te­mel­le­ri­ni oluş­tu­ru­yor­du. Ha­san-ı Bas­rî, Ma‘rûf-i Ker­hî, Mâ­lik b. Dî­nâr, Zün­nûn el-Mıs­rî, Süf­yân es-Sev­rî, Hâ­ris el-Mu­hâ­si­bî, Cü­neyd-i Bağ­dâ­dî gi­bi zat­lar, bu ha­re­ke­tin ilk ön­cü­lü­ğü­nü ya­pan kim­se­ler­dir.

Ön­ce­le­ri va­az, soh­bet ve ör­nek ta­vır­lar­la hal­kı ku­cak­la­yan bu ir­şad fa­ali­yet­le­ri, 6. (12.) yüz­yıl­da bel­li bir di­sip­lin­le ku­ru­lan ter­bi­ye mü­es­se­se­le­ri­ne dö­nü­şe­rek, ta­ri­kat adıy­la İs­lâm âle­mi­ne ya­yıl­dı. Ku­ru­cu­la­rı­na nis­bet edi­le­rek anı­lan Kâ­di­riy­ye, Ri­fâ­iy­ye, Küb­re­viy­ye, Şâ­ze­liy­ye, Nak­şi­ben­diy­ye, Mev­le­viy­ye, Bay­ra­miy­ye gi­bi ta­ri­kat­lar, İs­lâm âle­min­de bü­yük hiz­met­ler ver­miş­ler­dir.

Bü­tün bu ter­bi­ye ekol­le­ri­nin oluş­tur­du­ğu sis­te­me “ta­sav­vuf” de­nir.

Bü­yük­ler de­miş­ler­dir ki: Kâ­mil bir in­sa­nı gör­me­yen kâ­mil ola­maz. İn­san tek ba­şı­na ken­di­si­ni ter­bi­ye ede­mez. Ter­bi­ye ol­ma­yan mâ­ri­fe­te ere­mez. Tek ba­şı­na ka­la­nı ne­fis ca­na­va­rı par­ça­lar, şey­tan kur­du yer. Ha­yır ve em­ni­yet, Al­lah için ku­rul­muş ce­ma­at­le bir­lik­te di­ni ya­şa­mak­tır.

Bü­yük ve­lî Cü­neyd-i Bağ­dâ­dî (k.s), ta­sav­vu­fu kı­sa­ca şöy­le ta­rif eder:

“Ta­sav­vuf, top­lu­ca töv­be et­mek­tir.

Ta­sav­vuf, top­lu­ca hiz­met et­mek­tir.

Ta­sav­vuf, top­lu­ca Al­lah’ın ipi­ne (ima­na, Kur’an’a ve ih­lâ­sa) ya­pış­mak­tır.

Ta­sav­vuf, top­lu­ca Al­lah’ı zik­ret­mek­tir.

Ta­sav­vuf, top­lu­ca Al­lah’a git­mek­tir.”

Bü­tün Hak dost­la­rı­nın or­tak gö­rü­şü şu­dur:

“Hz. Pey­gam­ber’in (s.a.v) sün­ne­ti­ni ta­kip et­mek­ten baş­ka Al­lah’a gi­den hiç­bir yol yok­tur. Bü­tün hal­le­ri­ni ve iş­le­ri­ni Kur’an ve sün­net­le öl­çüp on­la­rın emir ve işa­re­ti­ne gö­re ha­re­ket et­me­yen kim­se Al­lah dos­tu ola­maz. Al­lah dos­tu ol­ma­ya­na Al­lah’a gi­den yol­da uyul­maz. Uyu­lur­sa Al­lah’a de­ğil, ate­şe gi­di­lir.”(Ebû Nu­aym, Hil­ye­tü’l-Ev­li­yâ, X, 257; Sü­le­mî, Ta­ba­ka­tü’s-Sû­fiy­ye, 159; Ku­şey­rî, Ri­sâ­le, I, 107; Süh­re­ver­dî, Avâ­rif, s. 55)

Ta­sav­vuf de­yin­ce ak­la ge­le­cek an­la­yış bu­dur. Bu öl­çü ve edep­le­ri kim ko­rur­sa, ger­çek mü­min, ha­ki­ki sû­fî, kâ­mil in­san odur. Bun­dan öte­si, ku­ru kav­ga ve fay­da­sız bir oya­lan­ma­dır.

Fay­da­sız ilim­den ve iş­ler­den yü­ce Al­lah’a sı­ğı­nı­rız.

 Muhammed Saki Elhüseyni

Kaynak: HAYAT DENGEMİZ
« Son Düzenleme: 11 Haziran 2015, 16:42:15 Gönderen: Mücteba »
§~Çağırırım ey dost Sen`i(k.s.)~§