Uğursuzluk ve Bereketsizlik

Başlatan Mücteba, 05 Nisan 2011, 00:16:23

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba

Müslümanları Zelil Eden Dokuz Sebep

Müslümanları perişan, zelil, esir, darmadağınık, zebun, güçsüz kılan dokuz şeyi sayacağım.

Bunların:

*Birincisi İslam dünyasının ve Türkiye Müslümanlarının itaat ve biat edeceği gerçek, ehliyetli, liyakatli bir Halife olmamasıdır. Yani İslam dünyası başsızdır. Başı olmayan bir vücut, bir gövde işte bugünkü gibi olur. Ümmet-i Muhammed'in bir Halife seçip ona biat ve itaat etmesi vaciptir. Bu konunun tafsilatı (ayrıntıları) İmamı Mâverdî'nin el-Ahkâmu's-Sultaniyye adlı kitabından okunabilir.

*İkincisi: Bilhassa ülkemiz için söylüyorum, Müslümanları bilgilendirecek, aydınlatacak, uyaracak, onlara nasihat edecek yeteri kadar icazetli, vasıflı, takvalı, ihlaslı gerçek ulema ve fukaha bulunmamasıdır. İcazetli ulema ve fukaha olmazsa din sahasında anarşi ve kaos olur, her kafadan başka bir ses çıkar ve bugün olduğu gibi söz ayağa düşer.

*Üçüncüsü: Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanlığının zayıflamış ve parçalanmış oluşudur. Ehl-i Sünnet zayıflayınca din sahasını bid'atler istila eder, Müslüman yığınlar yoldan çıkar, itikat bozulur, beş vakit namaz büyük ölçüde terk edilir, halk şehvetlerine uyar, Ümmet sekülerleşir, İslam ahlakı terk edilir, genel, yaygın ve yoğun bir fitne ve fesat ortalığı istila eder.

*Dördüncüsü: İslam medreselerinin yıkılmasına paralel olarak tarikat ve tasavvuf kurumlarının ya yıkılması, yahut vahim şekilde dejenere olmasıdır. Tasavvuf ve tarikat İslam'ın derunî, bâtınî, mânevî boyutudur. Din ve Ümmet, Şeriat ve Tarikat ile uçar, yükselir, yücelir. Bu kanatlar kırılırsa alçalma, zeval, zillet başlar. Yakın tarihte gerçek tasavvufa ve tarikata en güzel örnek Kafkasya'da büyük mücahid, mü'minlerin emîri, Şeriat âlimi, Nakşî ve Kadirî şeyhi (Halid-i Bağdadî hazretlerinden hilafet ve icazet almıştır) Şâmil hazretleridir. O, tarikati askerî bir disipline sokmuş, müridizm sistemini çıkarmış ve Müslümanlardan yüz kat kalabalık ve güçlü Moskof ordularıyla savaşmıştır. Sonunda mağlub olmuştur ama o yenilgi aslında bir zaferdir. Allah ondan razı olsun.

*Beşincisi: Müslümanlar büyük ölçüde dünyaya meyl etmişler, fânî maddî zenginlikler peşine düşmüşler, öküzün kuyruğuna yapışmışlar, Allah yolunda ihlasla yapılan cihattan kaçmışlar ve zelil, esir ve rezil olmuşlardır.

*Altıncısı: Din ilimleri dünya ve dünyalık için tahsil edilir hale gelmiş; din, iman, Kur'an, Sünnet, Şeriat, mukaddesat ticareti yapılmaya başlanmış, dinî hizmet ve faaliyetlerde ihlas elden gitmiştir. Din ilimlerini dünya menfaati için tahsil etmek haramdır. Bir din aliminin, hizmet ve faaliyetlerini para kazanmak, zengin olmak, köşeyi dönmek, halka kendini beğendirmek, "Bu ne büyük alimmiş!..!" dedirtmek için yapması onu cehennemlik kılar. (Sahih-i Müslim, 1905 numaralı hadîs-i şerife bakınız.)

*Yedincisi: Öğütsüz, uyarısız ve denetimsiz kalan, kendilerine yetecek kadar ilmihal ve ahlak bilgisine sahip olmayan Müslüman halk yığınları maddeye ve paraya yönelmişler, kanaat ve iktisadı terk etmişler; lüks, israf ve sefahat (beyinsizlik) bataklıklarına batmışlardır.

*Sekizincisi: Kendi beyinsizlikleri ve emperyalist sömürgeci düşmanların entrikaları ile İslam dünyası irili ufaklı düzinelerce devlete ve emirliğe ayrılmış, bunların çoğunun başına zalim idareciler ve sultanlar geçmiş, yekûnu 1,5 milyar olan İslam aleminin gücü, etkisi kalmamıştır. Öyle ki, altı milyonluk İsrail'e diş geçirememektir. İslam dünyası, küfrün "Böl, parçala ve hükm et" siyasetinin kurbanı olmuştur.

*Dokuzuncusu: İslam dünyası Ömer bin Abdülaziz, Nureddin Zengi, Salahaddin Eyyubî, Fatih Sultan Mehmed, Şeyh/İmam Şâmil, Emîr Abdülkadir Cezairî ve benzeri âdil, âlim, mücahid, muttaki, muhlis liderler yetiştirememiştir.

(Not: Kur'anın, Sünnetin, Şeriatin, İslam ahlakının, hikmet-i İslamiyenin emirlerini, hükümlerini, ilkelerini hayata uygulayarak dine, imana, mukaddesata sırf Allah rızası için ihlasla, en ufak bir din sömürüsü bile yapmayarak gereği gibi hizmet eden gruplar ve cemaatler tenkitlerimizin haricindedir. Onları tenzih eder, selam ve hürmetlerimizi sunarız.)


Mehmet Şevket EYGİ - 23 Eylül 2011 Cuma

Mücteba

Masonluk ve İslam

Masonluk veya Farmasonluk kendini din yerine koyan ve bütün dinlerden üstün olduğunu iddia eden gizli ve uluslararası bir "kardeşlik" hareketidir.

İslam ile Masonluk uyuşur ve bağdaşır mı?

Bağdaşmaz. Çünkü İslam, Allah katında makbul ve geçerli tek hak dindir. Hak din veya nizam olmakta müşareket (ortaklık) kabul etmez.

Dünya üzerinde bir tek Masonluk değil, çeşitli Masonluklar vardır.

Bir kısım Mason teşkilatları "Kainatın yüce Mimarına" inanır, bir kısmı ise agnostik veya ateisttir.

İslam dini her iki Masonluğu da reddeder. Çünkü Masonlukta, Resulullah Muhammed Mustafa'ya iman şartı yoktur.

Türkiye'de Farmasonluk İslam dini, İslam Hilafeti ve Şeriat idaresi ile açık veya gizli mücadele etmiştir.

Son gerçek Halife Sultan Abdülhamid'i Masonlar, Jön Türkler ve Dönmeler devirmiştir.

Masonlar Müslümanların içine sızmışlar mıdır?

Son devrin üç reformisti Cemalüddin Afganî, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza Farmasondu.

Bazı sarıklı Farmasonlar, dinde reform yapmak, Ehl-i Sünneti yıkmak niyet ve amacını gütmüşlerdir.

Osmanlı devletinde bazı sarıklılar ise yükselmek, çevre edinmek için mason olmuşlardır.

Osmanlı'nın son Şeyhülislamlarından biri Mason olmuştu ama Ehl-i Sünnet İslamlığının sınırlarını aşmamış, dinden taviz vermemiş, reformculuk yapmamıştı.

19'uncu asrın ikinci yarısının ünlü sarıklı Farmasonu Cemalüddin Afganî taqiyye yaparak Müslümanları aldatan biriydi. Çünkü İranlı olduğu halde kendisini Afgan gibi göstermiş, Şiî olduğu halde Sünnî postuna bürünmüştür.

Onun Bahaîlikle ve Bahaîlerle de ilgisi olduğu iddia edilmektedir.

Gariptir, Kahire'de yaşadığı yıllarda Yahudi mahallesinde ikamet etmiştir.

Ülkemizin aykırı fikirleriyle tanınmış bir reformcusu "Afganî'yi karalayanlar onun taharet/tuvalet bezi olamazlar" diyerek Ehl-i Sünnet ulemasına, fukahasına, meşayihine, dolaylı olarak Sultan Abdülhamid Han'a hakaret etmiştir.

19'cu asrın sonlarında ve 20'nci asrın başlarında Afganî'yi ve Abduh'u beğenen bazı Ehl-i Sünnet Müslümanları olmuşsa da, bu ikisinin ve sacayağın üçüncü ayağı Reşid Rıza'nın içyüzü belgelerle ortaya çıktıktan sonra onları beğenen, tasvib eden herhangi bir Sünnî din alimi, fakihi ve mütefekkiri görülmemiştir.

Ülkemizin ünlü aykırı ilahiyatçılarından biri bu üçlüye adeta âşıktır ve onları İslam'ı yüceltecek, Müslümanları kurtuluş ufuklarına götürecek büyük önderler olarak görmekte ve göstermektedir.

Afganî'nin bozuk fikirlerini ve görüşlerini red, cerh ve ibtal etmek için binlerce sayfa yazılsa yetmez. Onun en bozuk fikri, ictihad yapmaya yeterli ilmi ve ehliyeti olmayanların ictihad yapabilecekleri yolundaki kanaatidir.

Ehl-i Sünnetin müdafii, Osmanlı hilafetinini temsilcisi Sultan İkinci Abdülhamid Han hazretleri; Farmason, reformcu ve taqiyyeci Afganî'nin içyüzünü anlamış ve onu Teşvikiye'de bir konağa haps ettirmişti. 1897'de vefat ettiğinde Maçka'daki Dönmeler mezarlığında toprağa verilmiş, bilahare mezar taşını bir Amerikalı yazdırıp dikmiş, 1930'lu yıllarda, onun bir Afgan büyüğü olduğunu sanan Afganistan hükümeti tarafından kemikleri Afganistan'a getirilmiş ve büyük merasimle toprağa verilmiştir.

İran'daki Safevî Şiası Cemalüddin Afganî'yi, Cemalüddin Esedâbâdî olarak bilir ve kendisine hayır dua okur.

Türkiye'deki bir kısım Masonlar tarafından yayınlanan Mimar Sinan Mason dergisi (Sayı 127, 2003) Cemalüddin Afganî hakkında bir özel sayı yayınlamış ve bu sarıklı Farmasonu göklere çıkartmıştır.

Bir kısım reformcu, yenilikçi, değişimci, aykırı görüşlü İslamcılar, Afganî sevgisinde Farmasonlarla ittifak halindedir.


Mehmet Şevket EYGİ - 23 Eylül 2011 Cuma

Mücteba

Mahkum Sevk Aracında Feci Şekilde Yananlar

Gözaltına alınan, tutuklanan, hapse mahkum edilen vatandaşlar ve yabancılar devletin zimmeti altındadır. Hukuk ve ahlak onların birer emanet olduğunu söyler.

Van'dan İstanbul'a sevk arabası denilen tekerlekli azap vasıtasıyla gönderilirken, yangın çıkması sonucu feci şekilde yanarak can veren mahkumlara çok acıdım ve duruma çok üzüldüm.

Yanan vasıta dizel motorluymuş... Dizel motorlu vasıtaların yanması bu işin uzmanlarının garibine gitmiş.

Yangın çıktıysa, niçin kilitler kırılıp da içerideki mahkumlar kurtarılmadı?

Yanan mahkumların akrabaları feryat ve figan ediyor.

Bendeniz mahkum sevk vasıtasıyla yolculuk yapmak nedir iyi bilirim. Çünkü Bülent/Rahşan iktidarında İstanbul Sağmalcılar cezaevinden Gerede cezaevine böyle bir yolculuk yaptım.

Gazeteciydim, fikir suçundan hapse mahkum olmuştum. O zamanki kanunlara göre hafif hapis cezasına çarpılmıştım. Özel bir otomobil tutarak jandarmaların yanında nakil hakkım vardı. Lakin o devrin zalim iktidarı bu talebimi kabul etmemişti.

Üzerimde mahkum elbisesi vardı. Ceplerimizi boşaltmışlar, ellerimizi zincirlerle kelepçelemişler, zincirlere asma kilit takmışlardı. Anahtarları mühürlü zarflara koymuşlardı. Ayrıca 25 kadar mahkumu sevk zinciri denilen korkunç ve ağır bir zincirle birbirlerine müteselsilen sıkıca bağlamışlardı. Yolda ne bir yudum su içebilmiş, ne bir lokma ekmek yiyebilmiş, ne de herhangi bir ilaç alabilmiştim.

Sevk arabasının önde bir eskort, ardında bir eskort... Yıldırım gibi gidiyor... Kocaeli vilayeti sınırlarında eskort arabaları değişmişti.

Sevk edilen mahkumların tuvalet ihtiyaçlarını gidermek hakkı da yoktu.

Hazırlıklar sabah 6'da başlamış, çeşitli muamelelerden sonra vasıta 11'de hareket etmiş, Gerede'ye akşama doğru varmıştı.

Zincir kelepçeler çözüldüğünde bileklerimize kan oturmuştu.

Bu zulmü yapanlara hakkımı helal etmiyorum.

Mahkeme-i Kübra var...



Mehmet Şevket EYGİ - 24 Eylül 2011 Cumartesi

Mücteba

Türkiye'de Eğitim Fâciası

Bu ülkenin en büyük trajedisi PKK, terör, hukuk ve yargı krizi, kokuşma vs. değildir. En büyük fâcia bozuk eğitim sisteminin çökmüş olmasıdır. Eğitimdeki bozukluk ana sebeptir, diğer bozukluklar neticedir.

Yeni ders yılı başladı, milyonlarca çocuk on binlerce okulda toplandı. Bunlar ne okuyacaklar?

Liseden mezun oldukları zaman doğru dürüst edebî, yazılı kültür Türkçesi öğrenmiş olacaklar mı?

Doğru dürüst tarih bilgisine ve kültürüne sahip olacaklar mı?

Mantık kültürüne sahip olacaklar mı?

Sanat tarihi ve kültürü almış olacaklar mı?

Bilgi ve kültürün yanında ahlak ve karakter terbiyesi almış olacaklar mı?

Tevhid-i Tedrisat devrimi yapılalıdan bu yana gayr-i millî eğitim sistemimiz Atatürkçü nesiller yetiştirmek, Kemalist ideolojiyi hakim kılmak, homo devrimus'lar yetiştirmek için çırpınıp durdu. Sonunda Türkiye bugünkü hale geldi.

Üç yüz kelimelik bir sokak, çarşı pazar, günlük iletişim Türkçesi öğrenmek için okullara, eğitim sistemine ihtiyaç yoktur. Bu kadar Türkçeyi okuma yazma bilmeyenler de öğrenir, konuşur ve ihtiyacını görür.

Türkiye'nin eğitim sisteminin ana gayeleri şunlar olmalıdır:

(1) Vasıflı Türkiyeliler yetiştirmek. Bilgi ve kültür bakımından vasıflı, ahlak ve karakter bakımından vasıflı ve estetik/güzellik bakımından vasıflı vatandaşlar...

(2) Türkiye halkının ezici çoğunluğunun Müslüman olduğu ve millî kimliğin ana faktörü İslam olduğu için eğitim sistemi iyi, vasıflı, kaliteli, güçlü Müslümanlar yetiştirmek zorundadır.

Bizim bugünkü eğitim sistemimiz Batlamyos kozmografyasına benziyor: Ortada resmî Kemalizm ideolojisi... Eğitim ordusu, okullar, milyonlarca öğrenci, ders kitapları bunun etrafında güneş, ay, seyyareler gibi fıldır fıldır dönüyor. Boşa dönüş!..

Kemalizm nasıl bir ideolojidir?

M. Kemal Paşa'nın ölümünden sonra Selanik Dönmeleri ve Benzetilmişler tarafından oluşturulmuş bir ideoloji. Hattâ buna ideoloji bile denilemez.

Dönmeler bu ideolojiyi niçin çıkarttılar?

Hakimiyetlerini ve hegemonyalarını sürdürmek için.

Tevhid-i tedrisat devrimi ile Tevhidî tedrisatı yasakladılar.

Çoğunluğu oluşturan Müslümanlar İslam medreseleri, İslam okulları, İslam maarifi kuramıyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarında eski güçlü öğretmenlerin himmetiyle edebî ve zengin Türkçe öğretiliyor, otuz kişilik sınıfta en az beş öğrenci Fuzulî Divanını, manasını anlamak ve kıraatinden zevk ve haz almak suretiyle okuyabiliyordu.

Eski liselerimizde lise bitirme ve bakalorya imtihanları yapılıyordu.

Eski eğitim sistemimizde test imtihanları değil, kompozisyonlu gerçek imtihanlar yapılıyordu.

1940'lı yılların liselilerini hatırlıyorum: Erkek öğrenciler küçük beyefendi, kız öğrenciler küçük hanımefendi idi.

Dönmeler, hedonistler, millî kültür düşmanları, materyalistler öğretmenlik mesleğinin kadr ü kıymetini ayağa düşürdüler.

Eğitimde keyfiyet ve kalite kavramını kaldırdılar, kelle sayısını öne aldılar.

Daha çok okul, daha çok öğretmen, daha çok öğrenci, daha çok kara tahta, daha çok ders kitabı, daha çok büst, daha çok Atatürk portresi, daha çok Atatürk şiiri...

Sonunda bugünkü yozlaşma ortaya çıktı.

Atalarının Türkçe mezar taşlarını okumaktan aciz cahil nesiller.

En büyük klasik şairimiz Fuzulî'nin Divanını okumaktan ve anlamaktan aciz cahiller.

Mantık kültürüne sahip olmayan milyonlarca sözde okumuş.

Peki bugünkü eğitim düzelir mi?

Teoride mümkündür ama pratikte çok zordur.

Hangi irade ve hangi kadrolar düzeltecek?

Benim bir "İslam mektebi" projem var. Dört başı mâmur bir okul. Fen bölümü olmayacak... Türkçe, İngilizce, Arapça, Farsça (bu dillerde yayınlanmış kültür kitaplarını kolayca okuyup anlayacak derecede) öğretilecek.

En az on bin kelimelik edebî Türkçe kültürü...

Bu okulda eğitim hem İslam harfleriyle, hem Latin/Frenk harfleriyle yapılacak.

Kesinlikle test sınavı yapılmayacak, kompozisyon sınavı yapılacak.

Bilgi ve kültürün yanında ahlak ve karakter terbiyesi verilecek. Bu okulun mezunları fütüvvet ve mürüvvet ahlakına sahip olacak.

Okulun bütün Müslüman talebesi beş vakit namazı okul camiinde okul imamının ardında cemaatle kılacak. (Sultan Abdülhamid Han-ı Sanî zamanında Galatasaray lisesinde böyleydi!..)

İslam mektebi dünyanını en kaliteli on lisesi listesinde yer alacak.

Bu okulun mezunlarının hayata atıldıktan sonra rüşvet aldıkları, yolsuzluk yaptıkları, yalan söyledikleri, halkı kandırdıkları, emanetlere hıyanet ettikleri, kara ve kirli servet sahibi oldukları görülmeyecek, duyulmayacak.

Böyle bir okul açılsa acaba öğrenci bulunur mu?

Böyle bir okulu hangi idareciler ve öğretmenlerle yürüteceksin?

Eğitim sistemini düzeltip ıslah edemezse Türkiye'nin geleceği karanlıktır.



Mehmet Şevket EYGİ - 24 Eylül 2011 Cumartesi

Mücteba

İçi Ün ve Para Aşkıyla Yanan Birine

Ünlü olmak için içiniz cayır cayır yanıyormuş.

Ünün yanında çok para da istiyormuşsunuz.

Ehl-i dünya bir İslamcıymışsınız.

Cin fikirliymişsiniz.

Sizin aklınız fikriniz ün ve paraymış.

Ah ne yapsam da kısa yoldan ünlü münlü, paralı maralı biri olsam diye kafanızı yorup duruyormuşsunuz.

Uyanıkken ah ün, ah para diyormuşsunuz.

Uykunuzda para ve ün diye sayıklıyormuşsunuz.

Hem para, hem ün, bu ikisine namuslu olarak kolay, ucuz, çabuk kavuşmak kolay değildir.

Tavsiye etmem ama yapacağınız iş basittir.

Şeytanla istişare ettikten sonra Selanik medyasının dikkatini çekecek saçma sapan içtihatlar yapınız. Yahut abuk sabuk fetvalar veriniz.

Kur'ana, Sünnete aykırı reformlar teklif ediniz.

Mesela:

Camilere kiliselerdeki gibi sıralar konulması...

Kısa zamanda Sabataycılar sizi ünlü yaparlar.

Namazın beş vakit değil üç vakit olduğunu iddia ederseniz 24 saat zarfında şöhret-i kâzibe sahibi oluverirsiniz.

Ramazan'da birileri İslam'da Teravih namazı yoktur, Peygamber (Salat ve selam olsun ona) Teravihi yasaklamıştı dediler de ne oldu? Yirmi dört saat içinde gündeme geldiler, herkes onlardan bahs etti.

Reklamın kötüsü olmazmış.

Namuslu ve haysiyetli bir fakih beş sene çalışıp Teravih/Ramazan'da gece namazı hakkında 500 sayfalık ilmî, fıkhî ciddî bir eser yazmış olsaydı onlar gibi gündeme girebilir miydi?

İslam'a, Kur'ana, Sünnete, fıkha, Şeriata aykırı içtihat yapanlar, fetva verenler bir anda ünlü olur. Ünün ardından para da gelebilir. Selanik tv.'de reformcu aykırı ilahiyatçılara program başına yüklü ücret ödeniyor.

Yalnız bir mesele var:

Saçma sapan ictihadlar yapan, abuk sabuk fetvalar veren kimseler, bu ictihad ve fetvalar yüzünden imanlarını (varsa) kaybettikleri takdirde Cehennemlik olurlar, belalarını bulurlar.

Bütün mutluluklar birlikte olmaz.

Ün, para, Dönmelerin alkışları, dünya derken Cehennemi boylamak tehlikesi de var.

Bendeniz size böyle şöhretler peşinde koşmayı, böyle yollardan para kazanıp zengin olmayı hiç mi hiç tavsiye etmem.

Allah'ın ayetlerini ucuza satmış, çok kötü, çok cehennemî bir ticaret yapmış olursunuz.

Tercih size aittir.



Mehmet Şevket EYGİ - 25 Eylül 2011 Pazar

Mücteba

Kaç Çeşit Kâfir Vardır?

İslam dinine göre insanlar ikiye ayrılar: Mü'minler ve kafirler. Kafir demek İlahî, Kur'anî, Nebevî gerçekleri inkar, red, tekzib eden, örten demektir.

Küfür statüsünde olanların da kategorileri vardır:

(1) İslam Ümmetiyle, İslam devletiyle anlaşmış, onların hakimiyeti kabul etmiş ehl-i zimmet. Bunların canları, malları, kimlikleri, din ve mezheb hürriyetleri garanti altına alınmıştır. Öyle ki, onların İslam ülkesindeki mezarlıklarına bile dokunulamaz.

(2) Ehl-i Kitab: İslam'ın hakimiyetini kabul etmek, Müslümanlarla barış içinde olmak şartıyla onların da garantileri vardır.

(3) İslam'a ve Müslümanlara savaş ilan etmiş olan agresif, militan, harbî kâfirler.

(4) Müşrikler. Bunlar kafirlerin eşeddidir.

(5) Münafıklar. Münafıklar zümresi ikiye ayrılır: (a) Nifakı kendilerini küfre götürenler. (b) Kendilerinde nifak alametleri olmakla ve imanları tehlikede olmakla birlikte henüz küfre düşmemiş olanlar. Biz insanların kalbinin içini bilemediğimiz için ehl-i kıble olanları Müslüman kabul ederiz.

Resulullah Muhammed Mustafa salllAllahu aleyhi ve sellemin risâletini, davetini, dinini işitip de bunu inkar, red, tekzib eden kimse kesinlikle ehl-i necat ve ehl-i Cennet değildir.

Peygamberimizden sonra bir tek ibrahimî hak din vardır.

"Zamanımızda üç hak ibrahimî din vardır ve bunların bağlıları ehl-i necat ve ehl-i Cennettir" diyenler korkunç bir yanılgı içindedir ve imanları tehlikededir.

İslam'ın Allah katında tek hak, makbul (kabul edilen), gerçek, doğru din olduğu çeşitli Kur'an ayetleriyle, sahih hadîslerle sabittir ve bu konuda icmâ-i ümmet bulunmaktadır.

Allah Kur'anda mü'minlerin kafirleri dost ve veli edinmelerini yasaklamıştır.

Tevhid inancı ile Teslis inancı kesinlikle bağdaşmaz ve uyuşmaz.

İslam'ın temel ve zarurî temel inançlarından biri, BÜTÜN peygamberlere iman etmektir.

Resulullah Efendimizin peygamberliğini, getirdiği kitabı, Dini duyup da inkar, red ve tekzib eden kafirdir.

Hıristiyanlar Hz. İsa aleyhisselamın tanrı (ilah) olduğunu inkar edenleri tekfir ediyor.

Yahudiler, kendi dinlerinden olmayanlara goyim diyor.

İslam geldikten sonra diğer şeriatlar hükümden kaldırılmıştır.

Bu devirde sadece İslam Şeriatının hükmü geçerlidir.

Kıyamete kadar da geçerli olacaktır.

Biz Müslümanların ana vazifelerinden biri gayr-i Müslimlere İslam'ı anlatmak ve onları (hiçbir baskı ve zorlama yapmaksızın) hak dine en güzel, en ikna edici üslupla çağırmaktır.

İslam dünyası bu vazifeyi hakkıyla yerine getirememektedir.

İslam dünyasının kültürü bu konuda çok yetersizdir.

Müslümanlara bakan İslam'dan soğumaktadır.

Buna rağmen her yıl yüz binlerce Hıristiyan ve Yahudi Müslüman olmaktadır.

Dinlerarası Diyalog cereyanı 1960'lı yıllarda Roma Katolik Kilisesi tarafından çıkartılmıştır.

Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında diyalog olmaz. Çünkü biz (Allah'ın ülülazm bir peygamberi olan) Hz. İsa'ya, (Tahrif edilmemiş şekliyle) İncil'e iman ediyoruz, onlar Hz. Muhammed'e ve Kur'ana iman etmiyor. Ortada böyle bir kopukluk varken nasıl diyalog yapabiliriz?

Müslümanlara düşmanlık etmeyen, onlarla savaşmayan, onların ülkelerine saldırmayan, onları sömürmeyen Hıristiyanlara iyi davranmalıyız ve onları İslam'a davet etmeliyiz.

Bu davet iki şekilde olur:

Çok güzel hazırlanmış, onların anlayacağı bir lisanla yazılmış yayınlarla.

Bir de dolaylı olarak hal lisanıyla. Bize baksınlar, bizde İslam'ın güzelliklerini görsünler.

Maalesef bu ikinci konuda durumumuz kötüdür.

İslam'ın önündeki en büyük engel Müslümanların İslam'ı hakkıyla hayata uygulamamasında, örnek ve olgun Müslümanlar olamamasındadır.

Kural: Bütün kafirler tek bir millettir ama onların çeşitliliği, dereceleri, tabakatı vardır.

İslam'ı öğrenmek, anlamak isteyenlere karşı yumuşak, şefkatli, merhametli, anlayışlı, sabırlı, güler yüzlü olmayız.

Onlara ikramda bulunmalı, misafirperver olmalıyız.

Onları İslam'dan soğutacak hareketlerden, davranışlardan, kötülüklerden kaçınmalıyız.

İslam'a dâvetin en uygun yolu hal ile çağırmaktır.

Biz belki dünya kültüründe, teknikte onları geçemeyiz ama ahlakımızla, faziletimizle, hikmetimizle, insanlığımızla, Müslümanlığımızla onları etkileyebiliriz.

Onları davet ederken dinimizden en ufak bir ödün bile veremeyiz. Buna hakkımız yoktur.

Avrupa ülkeleri on beş yirmi yıl içinde Müslümanlaşacaktır.

Avrupalıların nüfusu artmıyor, Müslümanlar hızla çoğalıyor.

Yirmi yıl içinde milyonlarca Avrupalı Müslüman olacaktır.

Yazımı Resulullah Efendimizin müjdeli bir hadîsi ile bitiriyorum:

"Allah'ın bir kulunu senin vasıtanla hidayete getirmesi, senin için üzerine güneşin doğduğu ve battığı her şeye sahip olmaktan daha hayırlıdır."

Dinlerarası Diyaloğ bir tuzaktır. Vazifemiz İslam'ı bütünüyle yaşamak, gayr-i Müslimleri lisanen ve hal ile hak dine davet etmek, tebliğ yapmaktır.



Mehmet Şevket EYGİ - 25 Eylül 2011 Pazar

Mücteba

Cemaat Mutaassıbı Kardeşime Açık Mektup

Bir İslam şehrinde, bir İslam ülkesinde durumun iyi olması, Müslümanlığın yaşanması aşağıda sayacağım ölçülerden anlaşılır:

(1) Orada halkın inancı Kur'ana, Sünnete uygun sahih bir inanç mıdır?

(2) Orada halkın büyük çoğunluğu beş vakit namazı kılmakta mıdır?

(3) Orada hür ve mukim erkekler farz namazları cemaatle mi kılmaktadır?

(4) Orada Müslüman kadınlar ve genç kızlar şer'î tesettürlü müdür?

(5) Orada zekat vermesi gerekenler, zekatlarını Kur'ana, Sünnete, fıkha ve Şeriata uygun şekilde veriyorlar mı? Bu zekatlar Kur'ana, Sünnete, fıkha, Şeriata uygun şekilde sarf ediliyor mu?

(6) Orada Cuma ezanı okununca işyerleri, dükkanlar, atölyeler, fabrikalar kapanıyor, ticaret duruyor ve Müslüman halk akın akın camilere gidip Allah'ı zikr ediyor mu?

(7) Orada Allah'ın inzal etmiş olduğu hükümlerle mi hükm ediliyor?

(8) Orada nehar-ı Ramazanda alenen nakz-ı siyam ediliyor mu?

(9) Orada bütün Müslümanların biat ve itaat ettikleri bir genel başkanları, bir İmam-ı Kebirleri, bir Emirülmü'minînleri var mıdır, yok mudur?

(10) Orada yaşayan Müslümanlar, çeşitlilik içinde sarsılmaz bir Ümmet birliği çatısı altında mı yaşıyorlar, yoksa paramparça, darmadağın mı olmuşlar?

(11) Orada İslam ahlakı uygulanmakta mıdır?

(12) Oradaki idare ve düzen şeffaf ve temiz midir?

(13) Orada can, mal, din, ırz, neseb güvenliği var mıdır?

(14) Orada zina suç ve ahlaksızlık sayılıyor mu, sayılmıyor mu?

(15) Orada halkı bilgilendirecek, uyaracak, aydınlatacak, müjdeleyecek, korkutacak, çekip çevirecek, Müslümanlara nasihat edecek icazetli ve gerçek ulema, fukaha ve mürşidler var mıdır?

(16) Dünyanın her yerinde zulme uğrayan Müslümanlar ve gayr-i Müslimler oraya iltica etmek istiyorlar mı?

(17) Orada lüks, israf, sefahat var mıdır, yok mudur?

(18) Orada içki, kumar, her çeşit fuhuş, zina, büyük günahlar, çeşit çeşit şehvetler küstahça, açık şekilde, korkusuzca, sere serpe işleniyor mu?

(19) Orada yaşayan Müslümanlar dergah, zaviye ve tekkelerde toplanıp namaz kıldıktan sonra topluca zikrullah yapabiliyor mu?

(20) O ülkenin en büyük camisinde namaz kılınıyor mu, yoksa bu cami müze haline mi getirilmiş?

(21) Orada Deccaliyet, Süfyanilik, Tâğutluk baskısı yoğun ve yaygın mıdır?

(23) Ülkenin eğitim sistemi Tevhidî İslam eğitimi mi, yoksa Tağuti eğitim midir?

Bana hakaret eden cemaatçi kardeşim!.. Allahın selamı, rahmeti, bereketi hepimizin üzerine olsun, Hak Teala hazretleri hepimizi ıslah eylesin, cümlemizi râzı olduğu yolda yürütsün...

Sizin cemaatiniz ve cemaat faaliyetleriniz ölçü değildir.

Siz cemaat olarak Kur'ana, Sünnete, Şeriata, Ümmete, Hilafete, İslam ahlakına hizmet ediyorsanız ne mutlu size.

Cemaate, cemaatin başındaki zata hizmet ediyorsanız yazık size, vah size, eyvah size.

Hizmetler ihlasla yapılmazsa Allah katında makbul olmaz.

Bir alim, insanlar kendisi için "Yahu bu ne büyük alimmiş..." desinler diye ilim öğretiyorsa onun yeri (ihlassız olduğu için) cehennemdir.

Açları doyuran, çıplakları giydiren, hayır hasenat yapan bir zengin bunları, halk kendisi için "Yahu bu ne hayırsever zenginmiş.." desin diye yapıyorsa onun yeri de cehennemdir.

Cihad yapan, mukatele eden, canını tehlikeye atan ve en sonunda öldürülen zahirî bir şehid, halk kendisi hakkında "Bu ne yiğit adammış..." desinler diye cihad etmişse onun yeri de yüzüstü sürüklenerek cehenneme atılmaktır.

Bu üç örneği ben kafamdan yazmadım. Sahih-i Müslim tercümesini ve şerhini aç ve 1905 numaralı hadîs-i şerif oku. Bu hadîs bütün Müslümanlara önemli bir ders olarak okutulmalıdır.

Riyakâr ve münafık alimler,

Riyakâr ve münafık sözde hayırsever zenginler.

Riyakar ve münafık mücahidler

Bu hadîsteki nebevî tehdidi okusunlar da kendilerini düzeltsinler.

Bir Müslüman şu veya bu cemaate veya tarikata mensup olduğu için ihlaslı olup kurtulmaz.

Filan cemaate bağlı olacaksın, filan Muhterem'e intisabın olacak ve otomatik olarak kurtulacaksın... Mesele bu kadar basit, ucuz, kolay değil.

Hangi cemaate ve tarikata bağlı olursan ol önce ihlaslı olacaksın, muttaqi olacaksın, Allah'ın rızasını kazanmak için ibadet edeceksin, hizmet edeceksin.

Allahın bizden razı olmasını istiyorsak ibadetlerimizi, hizmetlerimizi, hayır hasenatımızı, eğitim faaliyetlerimizi, bütün amellerimizi ihlasla yapalım. Nifak ve riyadan uzak duralım.

Bana ağır hakaretler savuran cemaat mutaassıbı din kardeşime haklarımı helal ediyorum.

Rica ediyorum: Cemaat asabiyetini ve militanlığını bıraksın.
Hepimiz din kardeşiyiz.

Bizi birbirimize bağlayan din ve iman kardeşliğidir.

Cemaat veya tarikat kardeşliği özel bir bağdır. Bunu ana ölçü olarak kabul etmeyelim...

Cemaat kardeşliğini iman kardeşliğinin üzerinde görenler sapıktır, dengesizdir.

Cemaat parçadır, Ümmet bütündür.

Bütün parça içine sığmaz.

Bendenize sövüp saymakla yanlışlar doğru olmaz.



Mehmet Şevket EYGİ - 26 Eylül 2011 Pazartesi

Mücteba

Gerçek dindar, Sahte Dindar

İki çeşit dindar vardır. Gerçek dindar, sahte dindar. Bu iki sınıf da kendi içlerinde kategorilere ayrılır.


Bunların özelliklerini sayalım:

*Gerçek dindar gıybet etmez, sahtesi bol bol eder.
Gıybet etme denildiğinde, "Benim bu yaptığım gıybet değil ki..." cevabını verir.

*Gerçek dindarın itikadı sahihtir. Sahtesinin inançlarında bid'atler vardır.

*Gerçek dindar kendini övmez,
sahtesi över de över.

*Gerçek dindar ihlaslıdır ama ben ihlaslıyım demez; sahtesi ihlassızdır, durmadan ben ihlaslıyım der.

*Gerçek dindar paraya ve dünya malına âşık değildir; sahtesi paraya âdeta tapar, zengin olmak için her haltı yer.

*Gerçek dindar ben demez, sahtesi günde bin kez ben der.

*Gerçek dindarın elinden ve dilinden Müslümanlar selamettedir. Sahtesinden değil.

*Gerçek dindar, bütün mü'minlerin tek bir Ümmet oluşturduğunun bilincinde ve idrakindedir. Sahtesi parça, cemaat, tarikat, grup taassubu, militanlığı sergiler.

*Gerçek dindar yalan söylemez, sahtesi söyler.

*Gerçek dindar verdiği sözü tutar,
sahtesi tutmaz.

*Gerçek dindar emanetlere ihanet etmez,
sahtesi eder.

*Gerçek dindar riyasete talib olmaz, matlub olursa, ehliyeti yoksa kabul etmez.

*Gerçek dindar ile sahte dindarı birbirinden ayıran en önemli ölçü ve kıstas para ve maddî menfaattir.

*Gerçek dindar haram yemez, sahtesi bol bol yer.

*Gerçek dindar lükse, israfa, sefahate kapılmaz; kanaatli, iktisatlı, mütevazı, ölçülü bir hayat sürer; sahte dindar israf eder, Nemrud ve Firavun gibi lüks, ihtişamlı, şatafatlı yaşar.

*Gerçek dindar nafile ibadetlerini kimseye göstermez, sezdirmez, söylemez; sahtesi davul çalarak bildirir, duyurur.

*Gerçek dindar yalakalık, meddahlık, yağcılık yapmaz;
sahtesi yapar.

*Gerçek dindar kendi günah ve ayıplarına bakmaktan ve üzülmekten, başkalarınınkileri göremez; sahte dindar kendi gözündeki merteği görmez, başkasının gözündeki saman çöpünü görür.

*Gerçek dindar başkalarının ayıp ve günahlarına karanlık gece gibi olur;
sahte dindar projektör tutar.

*Gerçek dindarda rahmanî tecelliler görünür, sahte dindarda şeytanî ışıltılar.



Mehmet Şevket EYGİ - 26 Eylül 2011 Pazartesi

Mücteba

Hes Hes Hes

Vatanın dağlı, vâdili, yamaçlı, dereli, ırmaklı, şelâleli yemyeşil bir bölgesinde yaşıyorsunuz. Çocukluğunuz, gençliğiniz, orta yaşlılığınız oralarda geçmiş. Ormanları, pınarları, küçük köprüleri, yamaçlardaki evleri hep tanıyorsunuz. Yazın yeşillik, kışın kar, minarelerde ezanlar, yer yer tarlalar, bahçeler, küçük göllerde balıklar, yeşil başlı ördekler, yabani hayat, tilkiler, ceylanlar, yazın otları hışır hışır yararak yavaş yavaş ilerleyen kaplumbağalar, zararsız yılanlar, kuşlar, çiçekler, kelebekler.

Çocukluğunuz, gençliğiniz, orta yaşlılığınız buralarda geçti. Buralarda ölmek istiyorsunuz. Dedelerinizin yattığı küçük mezarlığa gömülmek istiyorsunuz.

Hayat böyle sürerken korkunç bir haber geliyor. Can alıcı bir canavarın HES HES HES diye soluduğunu duyuyorsunuz. Pis dumanlar çıkartan korkunç makinalar, buldozerler, kepçeler geliyor. Vadiler, yeşillikler, dereler, göletler, yosun tutmuş antika köprüler, kuş yuvaları, ceylanlar, kaplumbağalar, düşe kalka çalışan eski değirmen, bütün o eski hatıralar yok olacak, yerine HES yapılacak.

Güzellikler gidecek ama birileri HES'lenecek.

HES'lerde birileri için iyi para var.

Yeşil ağaçlar, şırıl şırıl akan dereler, eski taş köprüler, kuşlar, ceylanlar, küçük bahçeler ve bostanlar kimin umurunda. HES HES HES...

Elveda porsuklar, tilkiler, kunduzlar, sincaplar...

Allahı zikr eden yeşilliklere elveda.

Elveda tabiat, elveda bütün o güzellikler, elveda bütün o harikalar...

Buldozerler, kepçeler HES HES HES diye soluyor öfkeyle.

Kırlangıçlar acı çığlıklar atarak uçuşuyor.

Çocukluğunuzun, gençliğinizin, orta yaşlılığınızın bütün hatıraları, bütün güzellikleri HES olacak.

Makinalar HES HES diyor, birileri HES HES diyor.

Benim evim, bahçem, tarlam, hatıralarım böyle HES'li bir yerde olsaydı ve HES HES HES diye soluyan korkunç makinelar gelseydi ne yapardım.

Ben de ağlaya ağlaya protesto ederdim.

Yaşlandım... Biber gazlarının ve copların darbeleri altında ben de yerlere yuvarlanırdım.

Peygamberimiz ne buyurmuş: Malını korurken öldürülen şehid olur.

HES'ler mimsiz medeniyeti, maddeyi, kabalığı, hoyratlığı, tabiî düzenin tahribini temsil ediyor.

HES'lerde üretilecek elektrik ile TV'ler seyr edilecek. Milyonlarca vatandaşın soluğunu tutarak takip ettiği dizinin 37'nci bölümündeki ateşli aşk sahnesinde yataktaki karı ile erkeğin arasında yastık yokmuş, gerçekten çiftleşmişler.

Seyreden çocuklar erken büluğa ermiş.

HES HES HES...

Eyvah!


Mehmet Şevket EYGİ - 27 Eylül 2011 Salı

Mücteba

Şerefü'l Mekân bi'l Mekîn

Eskiden okumuş insanlar mekteplerde ve medreselerde Arapça ve Farsça öğreniyorlardı. Onların zengin, derin, renkli, ahenkli, zarif Türkçeleri vardı. Mektep medrese görmüşler, konuşur ve yazarken sözün içine Arapça, Farsça vecizeler, beyitler, hikmetli sözler katarlardı.

Bazen kısaca "Selamet der kenarest" derlerdi, bazen beytin tamamını söylerlerdi:

Be-derya der menâfi bi-şumarest

Eger hahi selamet der kenarest
Eskilerden çok duyduğum hikmetli Arapça sözlerden biri "Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn" idi, yani bir yerin şerefi, oradaki insan(lar)dan gelir...

İstanbul eskiden, bugünküne nispetle daha şerefli bir mekandı. Çünkü çok değerli, çok şerefli, çok yüksek insanlar yaşıyordu.

Bir kere ulema ve fukaha vardı.

Tarikat şeyhleri, mürşid-i kâmiller vardı.

Mazanne-i kiram vardı.

Meşihat-ı islamiyye makamında Şeyhülislam vardı.

Rical-ı devlet, vüzera, ekâbir vardı.

Koca koca müşirler, paşalar vardı.

Üdeba, şuara, beyefendiler, hanımefendiler vardı.

Bunların hepsinin üstünde Hakan-ı Osmaniyan ve Halife-i Rûy-i Zemin Padişah hazretleri vardı.

Sultan Abdülhamid-i Sanî hazretleri Yıldız sarayından Cuma selamlığına çıkarken arabasına Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa'yı alırmış. Şimdi ne o Hünkâr var, ne o Gazi Paşa?

Gazi Osman Paşa, yaralı vaziyette Ruslara teslim olmak zorunda kaldığında Rus başkumandanı, onun masaya koyduğu kılıcını, tekrar kendisine uzatmış ve "Paşa hazretleri savaşlar böyledir, bir taraf galip gelir, bir taraf yenik düşer. Siz yenildiniz ama kılıcınızı şerefle taşımaya layıksınız" demiş. Hey gidi koca Osman paşa!

Eskiden İstanbul'da çok büyük tarikat şeyhleri varmış. Bunlardan biri Sultan Abdülhamid Han'ın mürşidi Şâzelî/Darkavî tarikati postnişini Muhammed Zâfir el-Medenî hazretleriydi.

Halkımıza okuma zevkini aşılayan üstad Ahmed Midhat efendi Beykoz'daki yalısına akşam yandan çarklı vapurla giderken, edebiyat ve kültür meraklıları etrafında halka olur, vapur aheste beste iskelelere uğrayarak Beykoz'a gelinceye kadar ne koyu sohbetler yapılırmış.

O eski değerli, şerefli, şereflendirici insanlardan biri İbnülemin Mahmud Kemal beyefendi idi. Yeri doldu mu?

Darülfünun hukuk fakültesi müderrislerinden Mardinî Zâde Ebulula beyi görenlerden duymuştum. Sarık ve cüppe ile ders verirmiş. İstanbul'da en düzgün sarık onunkisiymiş, kışın yakası samur kürk kaplı harika bir cüppe giyermiş.

Eski hat üstadları, eski musikişinaslar, bestekârlar, eski hafızlar, eski müezzinler... Hepsi beyaz atlara binip başka bir âleme göçtüler.

Bir Avrupalının Almanca kitabında Kelâmî dergahı şeyhi Erbilli Esad Efendi hazretlerinin Galata Köprüsü'nden Karaköy'e doğru yürürken alınmış fotografisini görmüştüm. Sarığı, cüppesi, şemlesi ile ne kadar güzel görünüyordu.

Edebiyat-ı Osmaniyede ateş redifli birkaç şiir var, Şeyh Galib de bu redifle bir gazel nazm etmiş. Lakin bunların en güzeli şehid-i mazlum Esad efendininkidir.

Ne mümkün bunca ateş ile şehid-i aşkı gasl etmek

Kefen ateş, cesed ateş, hem âb-ı hoş-güvar âteş

İstanbul'da konaklar varmış. Ramazan akşamlarında konakların kapıları açık durdurmuş. İsteyen girer ve sofraya otururmuş. Şimdi nerede o konaklar, nerede o cömert konak sahipleri.

Kapalı Çarşı sabah namazından sonra açılırmış. Çarşının şeyhi varmış. Müslüman esnaf Örücüler kapısı civarındaki küçük meydanda toplanırmış. Şeyh Efendi kısık sesiyle bir dua irad eder, gençlerden biri yüksek sesle tekrarlarmış: Önce Allah'a hamd ü sena, sonra Peygamber'e salat ü selam. Padişaha hayır dua... Ey Müslüman esnaf ve tüccar!.. Dükkanlarınıza, iş yerlerinize gidiniz ve helalinden rızk ve kazanç için çalışınız. Sakın ha!.. Müşteri kızıştırmak yok... Malın kusurunu söylemeden satmak yok...

Ah o eski İstanbul beyefendileri, ah eski hanımefendiler, küçük beyler, küçük hanımlar!..

Sarıklı ulema ve fukaha, tarikat taçlı şeyhler.

Ayasofya'dan okunan lâhutî ezanlar.

Galatasaray lisesinde sarığı ve cüppesiyle öğretmenlik yapan Hacı Zihni efendi.

Padişahların kılıç kuşanma merasimi Eyüb Sultan'da yapılırmış.

Kılıcı yeni Padişaha Konya Mevlevî dergahı postinişini Çelebi efendi hazretleri dua ile takarmış.

İstanbul'un mânevî vâlisi, mihmandar-ı Peygamberî Eba Eyyub el-Ensarî... O, İstanbul'u hâlâ şereflendiriyor. Ziyaretine giderseniz oradaki kalabalığa bakınız. Ne demek istediğimi anlarsınız.

O eski İstanbul'un görünen ve görünmeyen, bilinen ve gizli hazineleri şimdi kara topraklara girdiler. Kimisinin mezarı bile kalmadı.

Genç yaşında vefat eden Muallim Naci beyin Sultan Mahmud türbesi haziresindeki kabir taşındaki:

Hak-perdestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir

Bir nefes Tevhid'den ayrılmadım Allah bir

beyti...

Yâveran-ı Hazret-i Şehriyarî...

Sâdıkan, âşıkan, vefalılar, mürüvvetliler, fütüvvetliler...

Fatih türbedarı Âmiş efendi bile tek başına büyük bir hazineymiş.

Uzun sikkelerine yeşil sarık sarmış Mevlevî şeyhleri, dervişan, mutriban... Segâh âyiniyle dönen zâkiran.

Tesettürlü İslam hanımefendileri.

Şerefü'l-mekân bi'l-mekin...



Mehmet Şevket EYGİ - 27 Eylül 2011 Salı

Mücteba

Allah'tan ümit kesilmez

Allah'tan ümidini kesmek küfürdür. Bir kısım insanlardan, toplumdan ümidini kesmek küfür değildir.

Bendenizi insanlar ve toplum açısından ümitsizliğe düşüren hususlar şunlardır:

(1) Vasıflı mü'minlerde olması gereken firâset genelde çok azalmıştır. Bazılarında ise hiç yoktur. Firasetli mü'min Allah'ın nuruyla görür. O, bir delikten çıkan zararlı tarafından iki defa sokulmaz. Zamanımız Müslümanları aynı delikten çıkan zehirli yılanlar, akrepler, cinnî ve insî şeytanlar tarafından bir, iki, üç kere değil, bin kere sokulsalar yine ders ve ibret almıyor.

(2) Bir İslam toplumu için en büyük felaket ilim sahiplerinin bildikleri ile 'âmil olmamasıdır, hattâ bildiklerinin tam tersini yapmalarıdır. Böyle bilenler elbette toplumu doğru bilgilendiremez, uyaramaz, aydınlatamaz. Onların bir etkisi olmaz. Âlimin etkili olması için ilmiyle 'âmil ve muhlis olması gerekir.

(3) Din ilimlerinin dünyalık için, para için, zengin olmak için, köşeyi dönmek için, ünlü olmak için, alkış toplamak ve itibar sahibi olmak için, mesken edinmek için öğrenilmesi haramdır. Bugün din ilimleri ticaret ve zenginleşme konusu olmuştur.

(4) İslam'ın, sahih/doğru bir imandan sonra ikinci temeli/şartı beş vakit namaz kılmaktır. Bugünkü İslam toplumu beş vakit namazı yüzde 90 terk etmiş ve çeşit çeşit şehvetlerine uymuştur.

(5) İlim sahipleri, bu vahim konuda Ümmet-i Muhammed'i yeteri kadar ve etkili şekilde uyarmıyor, aydınlatmıyor, gereken nasihatleri yapmıyor.

(6) Müslüman kesimde şu anda en büyük değerler şunlardır: Para, refah, müreffeh ve konforlu bir hayat, güzel meskenler, kaliteli binitler, lüks ve rahat bir hayat sürmek... Bunlar maalesef israfa mukarin şeylerdir ve israf Kur'an, Sünnet, Şeriat ve İslam ahlakı tarafından haram kılınmış, kötülenmiş büyük bir günahtır.

(7) Allahü Teala ve Tekaddes hazretleri Kendisine ve Resulüne iman eden mü'minler topluluğuna Ümmet adını vermiştir. Ümmet, olumlu çeşitlilikler içinde sarsılmaz bir birlik teşkil eder. Her mü'min ve müslimde öncelikle Ümmet şuuru ve idraki olmalıdır. Ümmet şuuru ve idraki yok ama cemaat, grup, hizip, fırka, tarikat, parça, kabile asabiyeti, militanlığı, fanatizmi var; böyle bir İslam toplumu hapı yutmuş demektir.

(8) Müslümanların ellerinde hürriyet, imkan, fırsat, serbestlik varsa, başlarına mutlaka bir İmam-ı Kebir ve Emîrü'l-mü'minîn seçmeleri, seçilmiş İmam'a biat ve itaat etmeleri gerekir. Bu onlara hem nass bakımından, hem de aklen vacibtir. Bugün İslam dünyasında, bilhassa Türkiye Müslümanlarında bu konuda bir hareket ve kıpırdanma yoktur.

(9) Bir buçuk milyar Müslümanın büyük kısmının basiretleri bağlanmıştır. ABD, AB, Siyonizm, Haçlılar, emperyalistler, sömürgeciler, Global liberalizm tarafından kendilerine kurulmuş tuzaklara düşmektedirler.

Bir buçuk milyarlık İslam dünyasının bilgilendirilmesi, uyarılması, aydınlatılması gerekmektedir. Bu işi yapacak merkezi/üniter bir kurum yoktur.

İslam dünyasındaki bazı zalim rejimler zulmü o kadar ileriye götürmüşlerdir ki, bir Ortaasya İslam devleti, 18 yaşından küçüklerin camilere gitmesini yasak etmiştir. 1400 yıllık İslam tarihinde böyle bir rezalet ve zulüm görülmemiştir. 72 milyonluk Türkiye bu zulmü yeteri kadar protesto etmiş midir?

İslam dünyasında, temizlik ve şeffaflık notu, 10 üzerinden 5'in üstünde olan tek bir ülke yoktur. Müslümanlar kokuşma, temizlik, dürüstlük, ahlak ve fazilet bakımından sınıfta kalmışlardır.

İslam dünyası kendisine rehberlik kılavuzluk edecek ihlaslı büyük alimler, fakihler, mürşidler, ziyalılar, başkanlar yetiştirememektedir.

İtikad bozuklukları, bid'atler, fitneler fesatlar, nifak ve şikaklar, isyan ve tuğyanlar, büyük günahlar, azgınlıklar, şehvetler İslam alemini sarmıştır, genel bir yangın vardır. Bu yangın nasıl söndürülecektir? Kimler söndürecektir?

Din, iman, mukaddesat, Kur'an, Sünnet, dinî hizmetler, dinî yayınlar bezirganlık konusu olmuştur.

Bu durum karşısında elbette Allah'tan ümit kesmiyorum ama Müslümanlar konusunda oldukça ümitsizim.

On milyonlarca Türkiye Müslümanını ve bir buçuk milyarlık İslam alemini kimler bilgilendirecek,

Kimler uyaracak,

Kimler aydınlatacak,

Kimler onlara etkili nasihatler edecektir?

Bu iş benim işim değildir, öncelikle benim vazifem değildir.

(Not: Uyanık, şuurlu, ihlaslı, doğru ve dürüst, firasetli, ilmiyle 'âmil, âmirine bi'l-mâruf ve nâhine 'ani'l-münker, mücahid fi sebilillah, zamanın İmamına biatli ve itaatli, ezelde Allah ile yapmış oldukları ahd ve misaka sâdık, âhirete yönelik Müslümanların ellerinden öper ve dualarını beklerim. Tenkitlerim onlara râci değildir. Kendilerini tenzih ederim. Dualarını bekliyorum...)


Mehmet Şevket EYGİ - 28 Eylül 2011 Çarşamba

Mücteba

Bozuk Reformcular

Reformcu, Kemalist, BOP'çu, Fazlurrahmancı, Feminist, değişimci, yenilikçi, Afganîci, mezhepsiz, telfik-i mezahip taraftarı, light İslam türetmek isteyen, Şeriatsız ve fıkıhsız bir İslam Protestanlığı icadına heveslenen bazı ilahiyatçıların veya naylon din bilginlerinin; gülünç, yersiz, yanlış, kafa karıştırıcı iddialarından biri de hayız ve nifas halindeki kadınlarla ilgilidir. Kur'ana, Sünnete ve icmâ-i ümmete dayanan Yüce İslam Şeriatinde hayızlı ve nifasla kadınların:

1. Namaz kılamayacakları, hayızlı ve nifaslı iken kılmadıkları namazların kazası gerekmediği,

2. Bu durumdaki Müslüman hanımların oruç tutmayacakları, tutamadıkları Ramazan oruçlarını bilahare kaza edecekleri,

3. Hayızlı ve nifaslı kadınların Kur'an okumasının caiz olmadığı, haram olduğu,

4. Hayızlı ve nifaslı kadınlar Kur'ana ve âyete el süremeyeceği, dokunamayacağı,

5. Hayızlı ve nifaslı kadınların cami ve mescidlere girmesinin haram olduğu,

6. Hayızlı ve nifaslı kadınların Mekke'deki Harem-i Şerifte tavaf yapamayacağı bildirilmektedir.

Bazı reformcu, mezhepsiz, aykırı ilahiyatçılar bu yasakları kabul etmiyor ve bunlar caizdir diyor.

Hiçbir Müslüman onların bu saçma ictihadlarını ve fetvalarını kabul etmemelidir.

Ehl-i Sünnet Müslümanları bu gibi konuları, içindeki bilgiler ve hükümler Kur'andan, Sünnetten ve icmâ-i ümmetten çıkartılmış olan ve güvenilir icazetli ulema ve fukaha tarafından yazılmış bulunan fıkıh ve ilmihal kitaplarından öğrenmelidir.

Bozuk ve aykırı bazı ilahiyatçıları ve naylon müctehidlerin yalanları, hezeyanları yazmakla bitmez.

Geçenlerde birileri Teravih namazı yoktur, Peygamberimiz bu namazı yasaklamıştır dedi, Diyanet ve ulema onların bu iddiasını çürüttü rezil oldular. (Diyanet'in Fetva Kuruluna teşekkür ediyorum, tebrikler...)

Bazıları Kur'anı, İslam'ı, Resulullah'ı red, inkar ve tekzib eden kafirler de ehl-i necat ve ehl-i Cennettir diyorlar. Sanki -hâşâ- Cennet babalarını çiftliğidir...

Kur'an Yahudileri İslam'a çağırmıyor diyeni var.

Kur'an Hıristiyanları İslam'a çağırmıyor diyeni de.

İslam'da tesettür yoktur, tesettür Yahudilikten gelmedir diyeni de çıktı.

Üç yüz küsur muhkem Kur'an ayetinin bugünkü geçerli olmadığını iddia edenler var.

Şefaati inkar ediyorlar.

Kabirde sorguyu, Münker ve Nekir meleklerini inkar ediyorlar.

Mânevî tevâtürle yüzden fazla hadîsin beyanına göre geleceği bildirilmiş olan Hz. İsa aleyhisselamın âhir zamanda nüzulünü inkar ediyorlar.

Dinini, imanını kurtarmak isteyen, ebedî saadetini tehlikeye atmak istemeyen Müslümanlar bütün reformcu, aykırı, mezhepsiz ilahiyatçıları, onların bütün aykırı ictihad, fetva, görüş ve iddialarını reddetmelidir.

İmanımızı, itikadımızı, dinimizi, Şeraitimizi korumak istiyorsak, reformcu, yenilikçi, değişimci, şucu bucu ilahiyatçılardan uzak duralım.

Ehl-i Sünnet sınırları içinde kalan ilahiyatçılara hürmetimiz bakidir. Fitne fesat çıkacak diye meydanı reformculara bırakmasınlar. Din konusunda hiçbir fitne ve fesat dinde reformculuktan daha kötü ve şiddetli olamaz.



Mehmet Şevket EYGİ - 28 Eylül 2011 Çarşamba

Mücteba

Merak Dikkat Hâfıza

ÜNİVERSİTELİ bir genç ziyaretime gelmişti. Sohbet esnasında "Zamane insanları, bilhassa gençler çok dikkatsiz, hafızaları pek zayıf" demiştim. Beni dikkatle dinlemişti. Sonra vedalaştı gitti. Beş dakika sonra kapı zilim acı acı çaldı. Bizim genç... Hayrola dedim. Gözlüğünü unutmuş!

Gözlüğünü unutmamış olsaydı cep telefonunu unuturdu. Veya çay masasının üzerine koyduğu cüzdanını...

Evet zamanımızda dikkat ve hafıza çok ama çok zayıfladı.

Bir de merak hemen hemen kalmadı gibi.

Birkaç gençle bir yerden geçiyoruz. Onlara "Şuraya bakın, ne kadar enteresan bir bina (yahut ağaç)" diyorum. Gözlerini hayretle açıp, "Yahu sizde de amma da göz var, bunları nasıl görüyorsunuz" diyerek taaccüp ediyorlar.

Maalesef toplumumuz gözlerini iyi kullanamıyor, bakıyor ama göremiyor, görse bile algılayamıyor.

Kültürün temel direklerinden üçü merak, dikkat ve hafızadır.

Peki kültür nedir?.. Bir Frenk mütefekkiri "Birçok bilgi edinirsin, onları zamanla unutursun, işte o unutmadan sonra geride kalan şey kültürdür" demiş.

Medenî bir insanla bedevî ve vahşi bir insanı ayırt eden şeylerin başında görgü gelir.

Görgünün tarifini yapmak zordur. En geniş mânasıyla incelik, kibarlık, insanî münasebetlerde nezaket, kimseyi kırmamak, gönül yıkmamak, büyüklere hürmet, küçüklere şefkat, komşulara iyilik, tanıdığı ve tanımadığı herkese güzel muamele etmek...

Eskiden bir İstanbul medeniyeti ve onun bir âdâb-ı muaşereti vardı.

Selamı önce küçük büyüğe verirdi.

Büyük selamı alırdı.

Hatır sıra sorması büyükten küçüğe olurdu. Selamdan sonra küçük büyüğe hemen "Nasılsınız efendim?" diye sormazdı.

Misafir, hele yaşça küçükse, buyurun oturunuz denilmeden oturmazdı.

Küçük veya büyük kimse ayak ayak üstüne atmazdı.

Büyüklere "eviniz" denmez, "devlethaneniz" denirdi.

Kendi evi için evim denilmez, fakirhanem denirdi.

İkram edilen bir şeyi (içecek, yiyecek, meyve, tatlı) "Ben bunu sevmem, yemem içmem" demek ağır hakaretti.

Kapı zili bir kere çalınırdı. Hemen açılmazsa bir iki dakika beklenir, tekrar çalınırdı.

Kapı açılmazsa geri dönülürdü.

Önce selam vermeden (yazılı veya sözlü) kelam edilmezdi.

Bir eve veya yazıhaneye gidildiğinde oradaki evrak, kitap, dergi, gazete vs karıştırılmazdı.

Lüzumsuz soru yöneltmek çok ayıptı.

(Bana bir soru yönelt, ben senin ne mal olduğunu söyleyeyim...)

Eski âdâb-ı muaşeretimiz âdâb üzerine kuruluydu.

Tramvayda biri ötekinin ayağına bassa, sonra "Afvedersiniz" dese, öteki "Estağfirullah efendim..." cevabını verirdi. Ayağına basılan adamın "Ulan dikkat etsene be!" diye bağırması onun eşekliğine delalet ederdi.

Sırası gelmişken beyan edeyim: Eskiden delâlet ile dalâlet kelimeleri arasındaki farkı her okumuş bilirdi.

Eski büyüklerimiz "Kişinin edebi zehebinden (altınından) hayırlıdır" derlerdi.

Rahmetli üstad Ord. Prof. Ali Fuad Başgil beyefendi, ziyaretine gelmiş yirmi yaşındaki üniversiteli gence "Beyefendi" diye hitap ederdi.

Çocukluğumda İstanbul'un kibar ve yontulmuş halkının en çok kullandığı kelime efendim idi.

Bozulma başlamıştı ama bugünkü kadar değildi.

Beyler bay oldu.

Hanımlar bayan.

Muhteremler sayın.

Eski nazik ve kibar kelimeler gitti, yerlerine ulan, yuh be, amma da kral geldi.

Müslümanlar gitti, İslamcılar geldi.

On milyon genç yetmiş milyon oldu.

İtiraf etmek lazım, epey maddî kalkınma oldu ama edep, görgü, medeniyet, kibarlık nereye gitti.

Meraksız, dikkatsiz, hafızasız yığınlar.

Başsız başsız adamlar!



Mehmet Şevket EYGİ - 29 Eylül 2011 Perşembe

Mücteba

Dinî, İlmî Hizmetler ve Zenginlik

YAZILI, ilmî, edebî Arapça okumuş ve öğrenmiş... Diğer âlet ilimlerini, sonra 'âlî ilimleri, tefsir, usûl-i tefsir, hadîs, usûl-i hadîs, fıkıh, usûl-i fıkıh, kelam, siyer, velhasıl bütün ilimleri okumuş.

Sonra ne olmuş?..

Sırf Allah rızası için ihlâsla İslam'a hizmet etmiyor.

İslam, iman, Kur'an, Sünnet hakikatlarını ve nurlarını Ümmet'e ve insanlığa ulaştırmak için ihlasla, parasız pulsuz, garazsız ivazsız hizmet yapmıyor.

Birkaç kitap yazmış, tercüme etmiş ama te'lif ücreti için. Te'lif ücreti vermeyin, bir satır yazmaz.

İlmi var, talebe yetiştirmiyor.

Hattâ, yakın tarihlerde bazı meşhur din kişileri konuşma yapmak, konferans vermek için iyi paralar istiyorlardı. Para yok, konuşma yok; para yok, konferans yok. Allah Allah !..

Resmî bir kurum yakın tarihimizde bir Kur'an meali için 300 bin dolar telif ücreti ödemişti...

Asr-ı Saâdet ve Selef-i Sâlihîn devirlerine bakalım. O zamanlarda te'lif ücreti diye bir şey var mıydı?

Bilenler, âlim olanlar, bilmeyenlere imanı, İslam'ı, Kur'anı, Sünneti parasız, pulsuz, te'lif ücretsiz, sırf Allah rızası için öğretirlerdi.

Ücret Allah'tan beklenirdi.

Hem de bu dünyada değil, âhirette beklenirdi.

Çünkü dünya fâni, ücreti fâni...

İslam dininin temel kurallarından biri de şudur:

Din ilimlerini dünyalık elde etmek, para kazanıp zengin olmak, geçimini sağlamak için öğrenmek haramdır.

Din yücedir, süflî (alçak) şeylere âlet edilemez.

Şeriat ve fıkıh uygun görüyorsa bazı din hizmetlilerine geçinmelerini sağlayacak derecede ücret ve maaş verilir ama dinî hizmet ve faaliyetler, zengin olmaya kesinlikle âlet edilemez.

Zengin olmak, ün kazanmak için tefsir yazacak, hadîs kitabı hazırlayacak, Müslümanlara nasihat edecek... Böyle bir niyet ihlasa aykırıdır ve sahibini Cehenneme götürür. Hem de yüz üstü sürüklenerek... (Sahih-i Müslim, 1905 numaraları hadîsi okuyunuz.)

İslam'da din ilimleri sırf Allah rızası için ihlasla öğrenilir.

Din ilimleri ihlasla öğretilir.

Kur'an insanlara ihlasla okutulur.

Hadîs ihlasla okutulur.

Zengin ve varlıklı Müslüman ailelerin çocuklarından birini (istidadı varsa) Allah rızası için din alimi yetiştirmeleri gerekir.

Bu çocuklara her gün bir saat ihlas dersleri verilmelidir.

Din alimi olunca, geçimlerini ailenin rantlarından, gelirlerinden sağlamalıdır.

Onlar imanı, İslam'ı, Kur'anı, Sünneti, Şeriatı, İslam ahlakını Allah için öğretmelidir.

Fakir ailelerin çocukları da din ilimlerini öğrenip din alimi olabilir ve ücret/maaş alabilir ama niyet bu olmalıdır.

Niyet ettim Allah rızası için din ilimleri okumaya ve kısmet olursa din âlimi olmaya... Ücret veya maaş ruhsat ve fetva iledir.

Geçinmek için ücret ve maaş almaya fetva ve ruhsat verilmiştir ama din yoluyla zengin olmanın ne fetvası vardır, ne ruhsatı.

Bütün İslam tarihi boyunca gerçek din alimleri, gerçek fakihler, gerçek din hizmetkârları ihlasla hizmet etmiştir.

Başta Bediüzzaman hazretleri olmak üzere yakın tarihimizdeki bütün hizmetkarlar ücretsiz hizmet ettiler.

Dinimiz din, iman, Kur'an hizmetleri konusunda sadece zenginleşmeyi yasaklamıyor, aynı zamanda nefsaniyeti de yasaklıyor. İlmi Allah rızası için okumayan, Allah rızası için okutmayan, alimliği ve ilmî faaliyetleri insanlar kendisi için "Yahu bu ne büyük alimmiş!.." desinler diye okutan kimsenin Cehenneme atılacağını yukarıda kaynağını verdiğim hadîs açıkça beyan ediyor.

Bir subay, mesleğini zengin olmak, köşeyi dönmek için âlet edebilir mi? Edemez. Din âlimi, din ilimlerini ve dinî hizmetleri hiç edemez.

Zamanımızda elbette sırf Allah rızası için ihlâsla, garazsız ivazsız, parasız pulsuz hizmet eden alimler, fakihler vardır. Hepsinin ellerinden öper dualarını beklerim.

Din, iman, İslam, Kur'an, hadîs, Şeriat, mukaddesat ticaret konusu olamaz, bunlar zenginleşmeye, köşeyi dönmeye, voli vurmaya alet edilemez.

Müslüman bir tâcir helalinden para kazanabilir ama bir din alimi din ile para kazanıp zengin olamaz.

Din ilimlerinde, din eğitiminde, dinî hizmet ve faaliyetlerde ihlas gidince yerine zillet gelir.

Din hizmetlerini başarıyla (tevfik) sadece ihlaslı hizmetkarlar yapabilir.

Din hizmeti mi yapıyorsun, (aileden, babadan dededen servetin olsa bile) fakirliği kabul edeceksin.

Dünya, insanlar fakirdir. Asıl zengin Rab Tealadır.

Ücretini Allah'tan bekleyerek ihlasla hizmet edenler ne güzel bir ticaret yapmışlardır.



Mehmet Şevket EYGİ - 29 Eylül 2011 Perşembe

Mücteba

İnce Upuzun Yılan Gibi Karadeniz Sahil Yolu

Rize'de yağmur yağmış, seller akmış, sel suları denize ulaşamamış, bir yığın sıkıntı olmuş; sahil tarafı çamurla dolmuş, 400 ev tahliye edilmiş.

Rize ülkemizin en yağmurlu şehridir. Orada öteden beri yağmurlar yağar, sular akar... Bu sefer niçin böyle olmuş?

Mâlumunuz Karadeniz sahiline ince upuzun bir yol yaptılar. Denizle kara arasında taa Hopa'ya, Gürcistan sınırına kadar yılan gibi uzanıyor.

Denizin mavisiyle karanın yeşili arasına katranlı bir çizgi çektiler.

Bu yol yapılmaya başlanmadan önce çok itiraz eden oldu ama dinlemediler.

Medenî ülkelerde böyle yollar, sahilde yapılmaz, yukarıda dağ yamaçlarından geçirilir.

Bu yol yapılırken bir bölgede avukatın biri idare mahkemesinde dava açmış oradaki inşaatı durdurtmuştu. Sonra avukat öldürüldü ve inşaat yeniden başladıydı.

Rize'deki sel sularının akmaması, etrafı çamur kaplaması sahil yolu yüzündenmiş.

Bu deniz kenarındaki yolun başka bir kısmı da çatlamış. İnternette resimlerini gördüm. Yoldaki derin ve geniş çatlakların içine vatandaşlar girmiş, hatıra resmi çektirmiş. Yol beş milyar dolara mal olmuş. Yol müteahhitleri çok iyi paralar kazanmışlar.

Sahil yoluna itiraz edenler, hiç yol yapılmasın dememişler, sahilde yapılmasın, yukarılardan geçsin demişler ama kimseye laf anlatamamışlar.

Geçtiğimiz yıllarda da Karadeniz sahilinde yağmurlar yağmış, seller akmış, binalar yıkılmış, insanlarımız ölmüştü.

Sahil yolu güzel de, mahzurlu (sakıncalı) tarafları düşünülseydi ne iyi olurdu.

Sanırım bu ipince, upuzun, yılan gibi kıvrılıp giden sahil yolu ileride çok sel baskınlarına, evlerin yıkılmasına, ölümlere sebebiyet verecektir.

Büyük Karadeniz fırtınalarında bu yolun bazı kısımlarını dev dalgalar yutacaktır.

Keşke itirazlar dinlenmiş olsaydı da yol yukarıdan yapılmış olsaydı.




Mehmet Şevket EYGİ - 30 Eylül 2011 Cuma