İlahi İle Halay Çekmek de Neyin Nesidir ? (Sapkınlıktır)

Başlatan 33.yıldız, 16 Kasım 2009, 16:33:34

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

vuslat irfandır

İlahi ile halay çekilmez ama zikir çekilir.

Bir de şöyle bir durum vardır: kişi hal ehli ise kendisinde şathiyat hakim olduğu zaman bizim pek alışık olmadığımız davranışlar sergileyebilir. Bu yoğun cezbe ve vecd halinde Kur'an ve Sünnete muhalif sözlerde işitilebilir, davranışlarda sergilenebilir. Bu hal o kişiyi bağlar, bizim onu taklit etmemiz sorumluluk getirir.
Beyazit Bestami Hz de bu hal çok görülmüştür.
Şems Tebrizi Hz lerinide Bu sebeple Mevlanadan başka kimsede tastik etmemiştir.


vuslat irfandır

" Ehli halin sözünü ne taklit et ne inkar; Rasulün sünnetine uymaktır en büyük kar "

Ahmet Ulukaya (Hacı Ahmet Efendi)

33.yıldız

Alıntı yapılan: vuslat irfandır - 07 Aralık 2010, 22:04:32
İlahi ile halay çekilmez ama zikir çekilir.

buna deliliniz nedir? kaynak gösterebilir misiniz? Böylesine kesinlik ifade eden bir cümlenin kaynağının verilmesi zaruridir.
Ortak paydamız, İbrahimi dinler değil! EHLİ SÜNNET, EHLİ SÜNNET...

vuslat irfandır

Öncelikle ben medrese ehli değilim. Allah'ın Rasulü bizim için tek rehberdir. Lakin Evliyalarda olan bazı halleri yok sayamayız ve bu haller onları bağlar. Taklit etmek ve tenkit etmek bizi aşar ve yakışmaz.
Bugün hayatta olan velilere eline kalemi alan, mikrofonu alan, yetkiyle donatılan ve müslümanım diyen insanlar hücum ediyor. Anlayıp dinlemeden sadece medrese kafasıyla sahte Şeyh veya bir arkadaşımızın deyimiyle ŞEY diye yaftalamak kolay geliyor.
Belkide sahtedir o da olabilir ama eğer gerçekse bizim için talihsizlik olur. En iyisi dilimizi tutmak. Mantığımızın almadığı insanlara karşı Allah selamet versin deyip geçmek en yakışanı olur.

Bakın örnek istiyorsunuz. hepimizin büyük veli diye bildiğimiz ve inandığımız insanlar nasıl sözler söylemişler.

"Allah kuldur kulda Allah'tır"  Muhyiddin Arabi Hz

" Şanım ne yücedir cübbemin altında ki Allahtır " Beyazit bestami

" Karıma benim gözümle bakmayan cennete girmeden ben girmem " Hallac- Mansur

" ben şişeyi çaldım taşa namusu ar'ı neylerem" Yunus Emre
" Şeriatın evliyası hakikatın kafiridir" Yunus Emre
Örnek çok ama yanlış anlayıp kimsenin itikadını sarsmak gibi niyetim olamdığı için yazmak istemiyorum.

İşte buna şathiyat denir. Yani Kuran ve sünnete aykırı gelen sözler ve fiillerdir.
Aşk ehli yoğun aşk içinde oldukları zaman bu ve buna benzer sözler söylemişlerdir. Kendilerine geldiklerindede tövbede etmemişlerdir. 

Sadece şeriat dairesinde kalan büyük alimler dahi bunları anlayamamışlar,devrin hükümdarları zındıktır, kafirdir deyip kimini şehit etmişler, kimini zindanlarda çürütmüşler.

Diyeceğim şu Kürsüye çıkan müftülerimizde bu velilerin sözlerini vaazlarında malzeme olarak kullanmaktadırlar.
Ama iş hayatta olan velilere gelince veryansın edilmektedir. Tıpkı dün Şems Tebriziye yapıldığı gibi.





vuslat irfandır

Bir düzeltme yapayım Kuran ve sünnete aykırı değil aslında ama bizim kapasitemiz çekmediği için daha doğrusu meseleye Hakikat gözlüğü ile bakamadığımızdan biz öyle anlıyoruz. Allah'ın Resulu (sav) " Ümmetimin evliyası beni israilin peygamberleri gibidir " diye buyurmaktadır.
O halde Her evliya Kuran'dan bir cüzdür diyebiliriz ama Peygamberimiz yaşayan Kur'an dır.

Peygamberimizin kabı uçsuz bucaksız, buna karşılık Evliyaların kabı dardır. O sebeple kendilerine gelen esrar-ı ilahiyeyi saklayamayıp dışarı kaçırmışlardır.

Faydalı olabildimse ne mutlu

33.yıldız

#50
vuslat irfandır kardeş,
ben "İlahi ile halay çekilmez ama zikir çekilir." sözünüze kaynak istedim. Allah dostlarının o durumlarından örnekler istemedim.

Diğer taraftan Sadakatte benim üye olduğumdan beri gözlemlediğim husus şu ki, buradaki üyeler gerçek Allah dostlarına, ehli sünnet alimlerine gerçekten hürmette kusur etmiyorlar.Hatta sitelerinin kurallarını bile ona göre düzenlemişler.

Allah dostlarında sizin de dediğiniz gibi bizim alışık olmadığımız haller olabilir.Buna amenna.
Ancak o halleri müridlerine siz de yapın, siz de böyle söyleyin, siz de uygulayın şeklinde telkinde bulunan bir Allah dostuna okuduğumuz ve bildiğimiz kadarı ile rastlamadık.Ama günümüzde maşAllah çok.
Ortak paydamız, İbrahimi dinler değil! EHLİ SÜNNET, EHLİ SÜNNET...

vuslat irfandır

33. yıldız kardeşim

Gerek günümüzde gerekse geçmişte sahteside olmuştur, gerçeğide bu insanların. Yukarıda altın gibi bir söz var dikkat ettiyseniz.

Cüneyd-i Bağdadi şeyh Şibli'yi yetiştirirken 2 yıl dilencilik yaptırmış, 2 yılda kibrit sattırmış ki o koskoca bir şehrin emiri iken Cüneyd-i Bağdadi ye bağlanmıştı. Hatta bir ilginç yanıda şudur; dilencilikten ve kibritlerden elde ettiğin parayı kendisine vermesini söylemiştir.

Cüneyd-i Bağdadi bunu talebesine uyguluyor çünkü bir hikmeti var.
Günümüz velileride bunu farklı versiyonları ile talebelerine uyguluyor.

Yani mürit-mürşit ilişkisi dışardan insanlara farklı gelebilir. Bunu da sizin bahsettiğiniz kişileri savunmak niyetiyle yazmıyorum yanlış anlamayın.

cümleten hayırlı geceler :)



33.yıldız

Azizim Allah razı olsun da, yine sorduğum soruya cevap vermemişsiniz ki?


Siz yukarıdaki ilk mesajınızda aynen İlahi ile halay çekilmez ama zikir çekilir. demişsiniz. Ben de diyorum ki bu söylediğinizin kaynağı nedir? Öğrenmek istiyorum yani.Sizin görüşünüz mü yoksa bir kaynağa mı dayanıyor.
Ortak paydamız, İbrahimi dinler değil! EHLİ SÜNNET, EHLİ SÜNNET...

vuslat irfandır

33. yıldız kardeşim böyle bir fetva vermek elbetteki benim harcım değil. Şuna dayanarak söylüyorum. gerek bağlı bulunduğum mürşidim, gerek ilk tasavvuf yoluna girdiğim zaman ki mürşidim ilahi ile zikir çekmeyi sakıncalı görmemektedirler. Hatta zikire herkes aynı oranda adapte olamadığından ilahi bu noktada insanın şevkini artırıcı rol oynayacağından sakıncalı görmemiştir. Cehri zikir çektiğimiz dönemlerde ilahi söylendiğide olurdu, söylenmediğide.
Türkiyede pek yaygın bilinen doğu illerimizde var olan tarikatinde zikirli ilahi grupları var.
Malum Hacı Bayram-ı Veli Hz leride tasavvuf musikisiyle ilgilenmiştir.
Cehri zikir çeken hemen hemen tüm tarikatlarda ilahi eşliğinde zikir var gördüğüm kadarıyla.

Size belki ters gelebilir ama ben Velilere çok saygım vardır. Onlara itaatin Peygambere itaat olduğuna inanan bir kişiyim. Bu sebeple kraldan fazla kralcı olamam.

Kişi bir yere inanmış ve bağlanmış ise mürşidinin her sözüne uymalıdır. Uyamadığı/ başaramadığı noktalarda ise içinde en azında burukluk olmalıdır, tıpkı Ümmi Şemsi'in alim Celalettinin elinden kitabını alıp dereye atması gibi, tıpkı Celalettinin teslim olup rıza göstermesi gibi.



 


Tuğra

Alıntı YapMalum Hacı Bayram-ı Veli Hz leride tasavvuf musikisiyle ilgilenmiştir.

Bu nereden çıktı acaba? Tasavvuf musikisi diye birşey yoktur  büyük velilerin isimlerini ne cesaretle böyle şeylere karıştırıyorlar anlaşılır gibi değil.

--------------------------------------------------------------------------------

Tecrid-i Sarih tercümesinin 11. cildindeki Hadisi Şerifte buyruluyor ki;
[İstimaul melahi masiyyetün ve culusu aleyha fisgun ve telezzuzu bi ha küfrün.]

"Çalgılı aletleri dinlemek günahtır. onun bulunduğu ortamda oturmak fasıklıktır, ondan lezzet almak küfürdür."

Âletsiz, çalgısız nağmeli sese sima denir. Çalgı âleti ile birlikte olan insan sesine gına [müzik] denir. Gına haramdır. (Dürr-ül mearif)

Lokman suresinin 6. âyetindeki lehv-el hadis ifadesini âlimler musiki, çalgı âleti olarak bildirmiştir. İbni Mesud hazretleri yemin ederek lehv-el hadisten kasıt, çalgı âleti ve musiki olduğunu söylemiştir. (Tefsiri İbni Kesir, Tefsiri medarik)

(Mevâhib-i aliyye) ismindeki tefsirde, lehv-el hadis âyeti şöyle tefsir ediliyor: Bazıları, yalan hikayeler yazarak veya şarkıcı kadınlar tutup herkese ses nağmeleri dinleterek, Kur’an-ı kerim dinlemelerine engel olmaya çalışıyorlar. Onlara Cehennem ateşini müjdele! (Mevâkib tefsiri)

Bir hadis-i şerifte de buyuruluyor ki: (Üçü hariç, her lehv bâtıldır.) [Deylemi]
Demek ki lehv, bir oyun, bir eğlence bir çalgı olduğu için böyle buyuruluyor.
Müfessirler, İsra suresinin 64. âyetinde şeytana, (Vestefziz... bi savtike [Sesinle oynat]) demenin çalgı ile oynat demek olduğunu, bu âyetin, her çeşit çalgıyı haram ettiğini bildirmişlerdir. (Şeyhzade)

Müfessirler Enam suresinin 70. âyetini, (Dinlerini [şarkı ile, musiki ile] oyun ve eğlence hâline sokanlardan uzak dur) şeklinde tefsir etmişlerdir. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

(Peygamberin emrine uyun, yasak ettiğinden sakının!) [Haşr 7]
(Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
(O Peygamber, güzel şeyleri helal, çirkin, pis şeyleri haram kılar.) [Araf 157]

(Kur’anı sana insanlara açıklayasın diye indirdik.) [Nahl 44]
Şimdi Resulullah efendimiz, yukarıdaki âyetleri nasıl açıklamışsa ona bakalım:
(İlk teganni eden şeytandır.) [Taberani]

(Sesini gına ile yükseltene şeytan musallat olur.) [Deylemi]
(Rahmet melekleri, ceres, [çan, zil, çıngırak] bulunan yere girmez.) [Nesai]
(Rahmet melekleri, köpek ve çan bulunan kafileye yaklaşmaz.) [Müslim, Ebu Davud, Tirmizi]

(Ceres, şeytanın mizmarıdır.) [Müslim, Ebu Davud, Nesai] [Mizmar çalgıdır]
(Kur’an mizmarlardan okunduğu zaman ölebilirsen öl.) [Taberani]
(Çalgıları yok etmek için gönderildim.) [Ebu Nuaym]

(Cenâb-ı Hak, zurna, gırnata, ud, def gibi bütün çalgı âletlerini, cahiliyet döneminde tapınılan putları kaldırmamı emretti.) [İ. Ahmed]
(Şarkıcı ve çalgıcı kadınlar çoğaldığı ve içkiler mubah gibi içildiği zaman, bazı belalara maruz kalınır.)
[Tirmizi, Ebu Davud, İ. Mace, İ. Ahmed]

(Bir zaman gelecek, ümmetimden bazısı, zinayı, ipek giymeyi, içki içmeyi, mizmarı helal addedecektir.) [Buhari]
(Musiki, kalbde nifak hasıl eder.) [Beyheki]
(Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri çoğaldığı, bu ümmetin sonra gelenleri [türediler], önceki âlimleri kötülediği zaman bazı belaları bekleyin.) [Tirmizi]
(Kur’anı mizmarlardan okuyanlara Allah lanet eder) [Müsamere]

İbni Hibban’ın bildirdiği hadis-i şerifte, Resulullah, develerin boyunlarındaki ceresleri [çanları] çıkarmıştır. Halbuki çan şehveti tahrik etmez. Çan bulunan yere rahmet melekleri girmiyor. Artık çalgıyı, çalgı âletlerini siz düşünün. Şeyh-ul-islâm Ahmed ibni Kemal efendi Kırk Hadis kitabında buyuruyor ki:

(Mizmarları kırmak ve hınzırları öldürmek için gönderildim) hadis-i şerifindeki mizmar, bütün çalgı âletleridir. Bu hadis-i şerif, her çeşit çalgıyı ve domuz eti yemeyi yasak etmektedir.

Dün musikinin, çalgıların haram olduğunu âyet ve hadislerle bildirmiştik. Bugün de âlimlerden örnekler veriyoruz:

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: İmam-ı Zıyaeddin-i Şami, Mültekıt kitabında, (Hiçbir âlim, teganniye mubah dememiştir) buyurdu. (1/266)
Kur’an-ı kerimi musiki perdelerine uydurarak okumak haramdır. (Bezzâziyye)
Çalgı çalmanın haram olduğu, icma ile bildirildi. (Makamat-ı Mazheriyye)

Çalgı çalarak veya oyun arasında Kur’an okuyan kâfir olur. (Tergib-üs-salât)
Şimdiki tarikatçıların yaptıkları gibi, dönmek, dümbelek, ney, saz çalmak haramdır. (Tahtavi şerhi)

Teganni ile okuyan bir imamın arkasında kılınan namazın iadesi gerekir. (Halebi)
Teganni haramdır. (Tıbb-ün-nebevi)

Burhaneddin-i Mergınâni buyurdu ki: Kur’an-ı kerimi teganni ile okuyan hafıza, ne güzel okudun diyen kimsenin imanı gider. Tecdid-i iman gerekir. Kuhistâni de, böyle yazmaktadır. (Dürr-ül-müntekâ)

İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki: Eğlence veya para kazanmak için başkalarına şarkı söylemek, sözbirliği ile haramdır. Çalgı ile raks etmek büyük günahtır. Sıkıntısını gidermek için kendi kendine şarkı söylemek günah değildir. Çalgı olarak, yalnız kadınların düğünlerde def çalması câizdir. (R. Muhtar)

Fısk ve içki içilen yerlerde çalgı çalmak ve bunu dinlemek haramdır. Resulullah çobanın kavalını işitince, parmakları ile mübarek kulaklarını kapadı ise de, yanında bulunan Abdullah bin Ömer’e kulaklarını kapamasını emretmedi. Bu da, geçerken duymanın haram olmadığını göstermektedir. Çalgıyı, içki, oyun ve kadın bulunan yerlerde keyif için çalmak haramdır.

Def, tanbur ve her çeşit çalgıyı evinde, dükkanında bulundurmak, kendisi kullanmasa bile, satmak, hediye etmek, ariyet veya kiraya vermek günahtır. (Berika)

Tasavvuf müziği diye bir şey yoktur. Müzik, nefsin gıdası, ruhun zehiridir, kalbi karartır. (Dürr-ül mearif)
İlahileri çalgı ile, ney çalarak okumak bid’attir. Harama helal diyen ve haramı ibadete karıştıran kâfir olur.


Her çeşit çalgı dinlemek haramdır. (Fetava-i Bezzaziyye, Hadika, Ahlâk-ı alaiyye)

Müzik bütün dinlerde büyük günahtır. (Dürr-ül-münteka)
İncil’in yasakladığı müziği, sonradan papazlar Hıristiyanlığa soktu. (Mevahib-i ledünniye şerhi Zerkani)


Müzik kelimesi, yunanlıların büyük putları olan Zeüs’ün kızları sayılan Mousa (Müz) denilen 9 heykelin adından hasıl olmaktadır. Bozuk dinler, kalbleri ve ruhları besleyemediği için, müziğin, her çeşit çalgı sesinin nefslere hoş gelmesi, nefsleri beslemesi ruhani tesir sanıldı. Bugünkü batı müziği, kilise müziğinden doğdu. Şimdi yeryüzünü kaplayan bozuk dinlerin hemen hepsinde, müzik, ibadet halini almıştır. Müzik ile, her çeşit çalgı ile nefsler keyiflenmekte, şehvani, hayvani arzular kuvvetlenmektedir. Ruhun gıdası olan, kalbleri temizleyen ve nefsleri ezip, haramlara olan arzularını yok eden, ilahi ibadetler unutulmaktadır.

Müzik, her çeşit çalgı, insanları, alkolikler ve morfinmanlar gibi gaflet içinde, uyuşuk yaşatmaktadır. Böylece, nefsleri azdırarak, sonsuz saadetten mahrum kalmasına sebep olmaktadır. İslam dini, insanları bu felaketten korumuştur. (S. Ebediyye) [Yarın bir Rus yazarının müzik hakkındaki ilginç tespitleri]

http://www.sadakat.net/forum/islami-sorulariniz-ve-cevaplari/ynt-calgili-aletler-sarki-ve-musikinin-dindeki-yeri-t188.0.html
〰〰〰〰🐠

Mücteba

Bu paylaşımın üstüne söylenecek söz. "Allah Razı olsun TUĞRA" dan başka bişi olamaz.
Gerçek ehli sünnet alimlerinin din ve müzik hakkındaki fetvalarının bu millete anlatılması lazım.

Müzik ve islam dini hiçbir devirde yanyana olmadı.

vuslat irfandır

Bu nereden çıktı acaba? Tasavvuf musikisi diye birşey yoktur  büyük velilerin isimlerini ne cesaretle böyle şeylere karıştırıyorlar anlaşılır gibi değil.

--------------------------------------------------------------------------------


Bayramilik, Hacı Bayram Veli tarafından 14. yüzyılın sonları ile 15. yüzyılın başlarında kurulan ve önemli bir yere sahip tarikatlardan biri. Adını Hacı Bayram Velî ( [1429)’den almıştır. Hacı Bayram, 1352 yılında Ankara Çubuksuyu civarında bugünkü söyleyişiyle Solfasol (Zü’t-Fadl) köyünde doğmuştur. Asıl adı Numan’dır. Şeyhi ile Kurban Bayramı’nda tanıştığı ve çok mütevazi olduğundan Bayram adını almış ve bu adla ün yapmıştır. Babası, Koyunluca Ahmed adında bir köylüdür, Safiyüddin ve Abdal Murat isminde iki küçük kardeşi vardır. (M. Ali Aynî, Hacı Bayram Velî, İstanbul 1343, s. 50).



Çocukluk hayatı hakkında fazla malûmat sahibi değiliz. Onun meşhûr olması o zamanlarda çok büyük bir kıymet taşıyan müderrisliğiyle başladı. Görev yeri Melike Hatun’un yaptırdığı Kara Medrese’dir.



Hacı Bayram, Kayserili Şeyh Hamîdeddin b. Musa (Somuncu Baba)’ya (815/1412) intisâb ederek ondan feyz aldı. Şeyhinin neş’e ve kemâline olan aşkının sonucu hep onunla birlikte oldu, onunla birlikte Şam ve Mekke’ye gitti. Hac görevini yerine getirerek Aksaray’a geri geldiler. Hacı Bayram şeyhinin irtihâlinden sonra Ankara’ya döndü. Gazalî’nin (ö. 505/1111), Bağdat Nizamiye Külliyesi’nden ve Molla Câmî’nin (898/1492) görev yaptığı medreseden ayrıldıkları gibi Hacı Bayram Velî de Kara Medrese Müderrisliği’nden çok geçmeden ayrıldı.




Bu sıralar Anadolu halkı üzerinde Muhyiddin İbnü’l-Arabî (638/1240) Celâleddîn-i Rûmî (672/1273), Sadreddin Konavî (673/1274) ve şeyhi Hamideddin’in nüfûzları hissediliyordu. Hacı Bayram’ın tasavvuf terbiyesinin yanına müderrisliği de eklenince, fikirlerini yayması çok kolay oldu. İrtihalinden sonra da Bayramîlik adıyla ün salan bu tasavvuf ekolü (tarikatı)’nü, yetiştirdiği müridleri idame ettirdiler. (Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmîler, İstanbul 1931, s. 34).



Bayramîlik, tasavvuf tarihinde gözle görülür bir yer tutmuştur. Tarîkat denilen olgu bir görünümdür. Bunun hayat sahnesine çıkışı ve devamlılığı, ondaki öz’e bağlıdır. Bunun yanında, başta bulunan şeyhin şahsiyeti, teslimiyeti, fedakârlığı ve kendisine intisâb edenlerin kemmiyet ve keyfiyet açısından durumları da göz ardı edilemez. Tabiî bir diğer önemli faktör de, o sıralarda mevcûd olan ortam ve şartlardır. Bunlar bir arada bulunduğunda bir tasavvuf ekolü oluşur ve sahnede görevine başlar. Tasavvuf alanında bütün tarikatlarda görülen öz, müntehâ nokta olan melâmettir. Melâmet ise, bir cümleyle ifade edecek olursak nefsi kınamak ve Hakk’ı yüceltmektir. Yani, Tevhîd-i Zât’a varmaktır. Bunun tahakkuku, meşrûiyyet dairesinde olur. Hacı Bayram Veli’de bunları rahatlıkla görürüz.



Silsilesi: Bayramîlik, bir koldan Bayezid Bestamî’ye (261/874) çıkar. Diğeri, bilhassa Halvetîler ve Melâmîler tarafından kabûl edilen silsile olup Hasan Basrî’ye uzanır. Birinci silsile, Ebu’l-Hasan Zarafânî’den Nakşıbendiyye silsilesine ulaşır. Bayramîlik’te Aleviyye ve Sıddıkiyye nisbeti vardır.

Bayramîlik, kendisinde sesli ve sessiz hatî ve cehrî zikri toplamıştır. Sesli zikri Halvetîlikten, sessiz zikri de Nakşîlikten aldığı kabul edilir.



İhtiyârî ve ıztırarî ölümle zevk edilen vahdet-i vücûd olgusuna inanmak, bu tarikatın fikrî alandaki önemli özelliğidir. Vahdete inanmak diğer tarikatlarda; sonunda varılan bir netice iken; Bayramîler’de, henüz işin başında iken bulunması gereken bir husustur. Bu inanç, zamanla oluş haline gelmelidir. Fenâfillah mertebeleri diye de adlandırılan ve Tevhîd-i Ef’âl (Fiillerin birlenmesi), Tevhîd-i Sıfât (Sıfatların birlenmesi) ve Tevhîdi Zât (Zâtın birlenmesi), yani sırayla; her fiilin fâilinin, her sıfatın mevsûfunun Allah olduğu ve Allah‘tan başka gerçek varlık bulunmadığı şeklinde özetlenen Tevhîd anlayışına çok önem verilir. Hacı Bayram bu Tevhîd mertebelerini “bilmek”, “bulmak” ve “olmak” diye ifade eder (Mehmet Demirci, Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, İstanbul 1987, s. 39).



Bayramîlik, dünya hayatında kimseye yük olmamayı, alınteriyle kazancı esas alır. Bizzât Hacı Bayram, Ankara’da geçimini ziraatle sağlamıştır. Bayramîlik’te aynı zamanda, başkasının da geçim zorlukları karşısında yardımına koşmak prensibi vardır. Bu husus ile ilgili olarak Hacı Bayram’ın üç aylarda halktan zekât toplayıp fukarasına dağıttığı bilinmektedir. Bu davranış aynı zamanda nefsi kınamaya da işaret sayılabilir.



Bu tarihî gerçeklerin ışığı altında tasavvufî düşünce ve pratik hayat anlayışında görüldüğü üzere, gerek özel hayatında, gerekse devlet büyükleriyle olan ilişkilerinde Hacı Bayram Velî’ yi maneviyata aşırı düşkün mistik bir mutasavvıf olmaktan çok, hayatın pratik ve yaşanılır gerçeğine kolayca uyum sağlayabilen, dünyayı ihmal etmeyen, müridlerini son derece disiplinli yetiştiren, çalışma ve hayat mücadelesini teşvik eden, günün büyük kısmını tarlada, bağda çalışarak geçirip zamanında muntazam ibadetini ve zamanında da işini gücünü yerine getiren plânlı bir hayat adamı olarak görüyoruz.



Bayramîlik geleneklerine gelince onları şöylece özetleyebiliriz: Tekke veya bir mecliste toplanmak, oniki rekâtlık bir teheccüd namazı kılmak, sonra zikir halkası oluşturmak, kudûm çalarak çarşıyı dolaşmak. Zikirlerinde “Lâ ilâhe illâllah” derlerdi.



“Gönüle varmak” diye adlandırılan zikirde, gözler kapanır, nefes tutulur ve başlar sağa sola sallanırdı. (Mehmet Demirci, a.g.e, s. 39).



Tarikatın esasları; cezbe, muhabbet ve sırr-ı ilâhi olarak ifade olunabilir. (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, İstanbul 1983, s. 181).



Bayramîliğin Hacı Bayram’ın ölümü üzerine iki kola ayrıldığı kabul edilir. Bir kısım, zikr-i cehrîyi kabul ederek Hacı Bayram’ın halifesi Ak Şemseddin’e (864/1459) bağlanmış; bir kısmı da diğer halîfesi Bursalı Ömer Dede’ye (880/1475) uyup, zikir ve vird gibi şeylerden, özel giyimden, hatta tekkelerden bile feragat ederek Melâmî adını almıştır.



Bayrâmîlik adıyla ün salan tarikat, Ak Şemseddin koluyla yayılmıştır. Bilhassa Anadolu’da Ankara, İstanbul, Bolu, Bursa, İzmir ve Kastamonu’da yayılmış ve özellikle Türk tasavvuf çevrelerinde etkili olmuştur. Bayramîliğin yukarıda zikrettiğimiz iki şubesinin yanında, ayrıca Tennûriyye, Himmetiyye, İseviyye ve Hamzaviyye kolları vardır. Aziz Mahmud Hüdâî’nin kurduğu Celvetîlik de Bayrâmîlik’den doğmuş ve onun devamı sayılmıştır.



Bayrâmîlik, kurucusunun şahsiyeti dolayısıyle büyük etki bırakmıştır. Onun yetiştirdiği ünlü kişilerden Ak Şemseddin, Mehmed ve Ahmed Bîcan, Melâmiyye-i Bayramiyye müessisi Ömer Dede ve diğerleri, Anadolu’da İslâmî varlığın korunmasında da büyük tesirler icra etmişlerdir. Hacı Bayram Velî, Yunus Emre tarzında ilâhiler yazmıştır. Hacı Bayram Velî’ nin (k.s) kabri, önemini ve değerini yükselttiği Ankara’da kendi adıyla anılan camün avlusundadır. Onun meşhur ilâhilerinden biri şöyledir:



“Çalab’ım bir şâr yaratmış iki cihan aresinde,
Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde
Nağihan ol şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım taş u toprak aresinde
Ol şârdan oklar atılır, gelir ciğere batılır
Arifler sözü satılır ol şârın pazaresinde
Şâkirdleri taş yonarlar, yonup üstada sunarlar
Çalab’ın ismin anarlar o taşın her pâresinde
Bu sözü ârifler anlar, cahiller bilmeyip tanlar
Hacı Bayram, kendi banlar ol şarın minaresinde. “

Not: İçerik, “www.dunyadinleri.com”dan alıntılanarak derlenmiştir…

***********************

Akşemseddinin itiraza düştüğü nokta burasıydı ilk başta.  Hacı Bayram-ı Veli talebeleriyle beraber kudüm çalınarak çarşıda para toplamasıydı.

Kudüm bir çeşit vurmalı çalgıdır.
*************

Lütfen biraz hoşgörü !


ayrıca verdiğiniz kıymetli bilgilerden ötürü teşekkürler.


Mücteba

Alıntı yapılan: vuslat irfandır - 10 Aralık 2010, 17:19:09
Lütfen biraz hoşgörü !

Hoşgörü mü? Ne hoşgörüsü? Hangi konuda hoşgörü?

vuslat irfandır


Tuğra

#59
Sadakatte yenisiniz, bu sebeple burada her eli tutanın yazdıklarına itibar edilmeyeceğini henüz bilmiyorsunuz, biz size konuyu ilmi ve sahih kaynaklı izah ettik, siz ise falancanın filancanın ilmi bilgisi olmayanların kaynaksız desteksiz  yazılarını getirdiniz, doğal olarak böyle büyük velilere yakıştırma yapanlara İNSAF ARTK diyoruz.

Vahdet-i Vücut meselesine gelince;


İmam Rabbanî H.z'lenin ince hassasiyeti ve...Vahdet-i Şühûd Vahdet-i Vücûd

"Bilmiş olasın ki: tarikat ehli sufilere süluk esnasında iki tür tevhid zahir olur. Birincisi tevhid-i şuhudi, ikincisi ise tevhid-i vücûdidir.  Tevhîd-i şühûdî sadece Bir'i görmekdir. Yani sâlik, her şeyi yapanı bir görür. Ayrı ayrı şeyler görülmez. Tevhîd-i vücûdî, var olanın tek olduğuna inanmaktır. O'ndan başka herşeyi yok bilmekdir. Kainat hakikatte yok olmakla berâber,ancak tek mevcûd olan Hakk'ın  tecelli ve zuhur yerleridir. (43. Mektup)

İmam Rabbanî H.z göre Hakk'tan başkasının varlığını yok sayan vahdet anlayışı hem akla hem de şeriata muhaliftir. Güneşin doğmasıyla yıldızların varlığını inkar etmek ile onların sadece gözlerden kaybolduğunu söylemek arasında büyük fark vardır. Bu durumda yıldızların yok olduğunu söylemek gerçeğe aykırıdır. Ama söz konusu vakitte yıldızları görememekte bir aykırılık yoktur.

Zira insan gözü zayıf olduğu için güneş bütün ihtişamıyla parlayınca yıldızları görmeye güç yetiremez. Eğer güneşin ışığı sâlikin gözünü kamaştırmak yerine onu güçlendirseydi, sâlik rahatlıkla yıldızların güneşeten ayrı olarak mevcudiyyetini görebilecektir. İşte kainatı Hak Teâla'dan farklı görmek hakka'l- yakîn mertebesi olup vahdet-i vücûd anlayışından daha üstündür. İmam'a göre zahiren vahdet-i vücûdu gerektiren sufi sözlerinin vahdet-i şühûd anlayışı ile yorumlanması gerekir:

''Hüseyin b. Mansur el-Hallac'ın "enel hakk" ve Bayezid-i Bistami'nin "sübhani ma azama şani" (Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim, şanım ne yücedir) gibi şeriatın zahirine zıt düşen ve bazılarınca vahdet-i vücûd inancına indirgenen sözlere gelince en uygun olan bu sözleri vahdet-i şuhûda yormak ve şeriatla bu sözler arasındaki zıtlığı gidermektir. (Bence) onlar halin galebesi ile Hakk'ın dışındakiler gözlerinden gizlenince bu tür sözleri sarf etmişlerdir.  Mesela, Hallac  kendi nefsini  göremeyerek "enel hakk" demiştir. Bunun manası 'ben yokum, var olan Hak'tır' demektir. Eğer (Hallac) kendini görerek 'enel hakk' deseydi bu mahza küfr olurdu. İnsanın kendi varlığını görememesine 'işte bu vahdet-i vücûddur' demek her zaman doğru değildir. (43. Mektup)

Şunu da belirtmeliyim ki, benim bu anlaşılması zor konulara girmemim sebebi zamane sufilerinin pek çoğunun bu inanca sarılmalarıdır. Bazıları taklitçiliğinden, bazıları sahip oldukları kuru ilimden, bazıları zevk ile karışık bir bilgiden, bazıları da sapıklık ve mülhidliklerinden kendilerini bu anlayışa kaptırmıştır. Saydıklarımızın sonuncusu olan mülhitler her şeyi hak olarak görmektedirler. Bunlar bu hileleriyle kendilerini İslam'ın dairesinden çıkarmakta ve şeriatın tekliflerini reddetmektedirler...Onların şer'î emirleri yerine getirdiklerine dair itirafta bulunsalar da bunu ancak ikincil bir öneme binaen yapmakta, bunlar asıl amaç olarak şeriatın ötesinde hayaller kurmaktadırlar. Hâşâ ve kella ben bu tür sapık inançlardan Allah'a sığınırım. (43. Mektup)


İmam Rabbani H.z'leri vahdet-i vücûd anlayışının en büyük temsilcisi sayılan İbn Arabî'den büyük bir hürmetle 'ârif-i billâh, şeyhimiz hazretleri' diye bahseder ve onun ömrünün sonuna doğru vahdet-i vücûddan vazgeçtiğini söyler. İbn Arabî'nin yakın talebelerinden Şeyh Miyan Abdülhak'ın rivayetine göre Şeyh-i Ekber, ölümcül hastalığından önceki bir Cuma günü şöyle demiştir:

Bana kesin olarak malum oldu ki, tevhidi vücûdî küçük bir yoldur. En büyük yol ise bunun dışındadır. Bunu daha önce de biliyordum, fakat şimdi bu bilgi yakînen bana hasıl oldu. (43. Mektup)

---------------------------------------------

Vahdet-i vücud meşrebinin, maalesef günümüzde olduğu gibi o gün de kuru bir felsefe halinde bulunduğu aşikardır.

İlk kez Bayezıd-i Bestami ve Hallac-ı Mansur (ks) ile gündeme gelen ve Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin  Vahdet-i Vücud yolu, özellikle cahil sufilerin dilinde Ehl-i Sünnet akaidine ters bir hal almıştı.

Bayezıd-i Bestami ve Hallac-ı Mansur'un keşfen ve makamen yaşadıkları bu halleri, hiç şüphe yok ki Muhyiddin-i Arabi'de yaşamıştı. Ancak, onlardan sonra bu iş çığırından çıkmış, bu hali yaşayan ve yaşamayan her sufi, ulu orta bu meseleden konuşmaya başlamıştı.

Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin dini ilimlere vukufiyeti, ne İmâm-ı Rabbânî devrinde, ne de günümüzdeki Vahdet-i Vücudu yaşadığını iddia edenlerde mevcut değildir. Kaldı ki Muhyiddin-i Arabi'nin eserlerinin tahrif edildiği iddiası, sadece günümüzde değil, Osmanlı'nın ulu şeyhülislamı Ebus Suud Efendi tarafından da dile getirilmektedir.

İmâm-ı Rabbânî, tasavvufun büyüklerinde görülen bu hali, bir manevi sarhoşluk (sekr) hali olarak idrak ve ifade ederek, Vahdet-i Vücud halinde karar kılmanın, nakıslık (eksiklik) olduğunu izah etmiştir. Vahdet-i Vücud'un bir üst mertebesinin Vahdet-i Şühud olduğunu, kendi nefsinde ve keşiflerinde yaşayarak, ümmeti, büyük ve girift bir halden kurtarmıştır.

Vahdet-i Vücut Düğümünün Çözülmesi

Büyük İmam şöyle der: "Vahdet-i Vücut ve Zati tecelli davasının belirttiği nisbetlerle Allah arasında hiçbir münasebet olmadığı, bizce, yakinin yakini halinde sabittir. Hak ehlince çoktan beri bilindiği gibi, ihata ve yakınlık ancak ilimdir; Ve Allah hiçbir şeyle ittihad halinde değildir. Vücudu vacib olanın vücudu mümkün olanla ittihadı muhaldir. Gariptir ki; Muhyiddin-i Arabi ve bağlıları, Allah'a "Mutlak meçhul" derler, onu hiçbir hükümle mahkum bilmezler de, böyleyken Zati ihata, yakınlık ve maiyet ispatına kalkarlar. Bu, büyük bir yanlıştır ve Allah'ın zatını teşhis yolunda yersiz bir cesarettir."

"Allah'a bütün kalbimle yönelerek yalvardım ki, bendeki ilmi ve şer'i inanış kaybolmasın; ve ben, en ileri keşif noktasından bu inanışı gerçekleştireyim. Duam kabul edildi. Önümde hiçbir hicab kalmadı, hakikat bana olduğu gibi göründü. Gördüm ki, alem, sıfati kemallerin aynalarından ibarettir ve ilahi isimlerin zuhuruna yerdir. Yoksa, "Vahdet-i Vücut"cuların vehmettiği gibi, "Zahir" ile "Mahzar", "Gölge" ile "Vücut" birbirinin aynı değildir.

〰〰〰〰🐠