Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

hikayeler-kıssalar

Başlatan ASUDE, 24 Kasım 2005, 23:25:04

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

ASUDE

Devlet Sırrı....
İşsizdi, parasızdı, kalacak yeri, yiyecek ekmeği, iki satır muhabbet
edebileceği bir arkadaşı da yoktu. Nerden geldiği bilinmez "Küçükistan
Ceza Kanunu" diye bir kitap geçti eline bir gün onu okuyarak vakit
geçiriyordu ki,"Ülke başbakanına hakaret etmenin cezası altı ay" maddesini
gördü. Hemen kitabı kapattı. Gözlerini yumdu ve hayale daldı...
"Hah! Şimdi başbakana hakaret edeyim. Hem tüm hırsımı çıkartırım, hem
bütün gazeteler, televizyonlar benden söz eder meşhur olurum, hem de altı
ay ekmek elden su devletten düşünmem ne yiyeceğimi, böylece kışı rahat
rahat geçiririm...." Ertesi gün mitinge gitti, Küçükistan Başbakanı
konuşurken milletin arasından fırlayıp bütün gücüyle bağırmaya başladı. Ve başbakana hakaret etmeye….
Güvenlik kuvvetleri hemen müdahale edip adamı yaka paça aşağıya aldılar.
Ertesi gün mahkemeye çıktı. Şahitler dinlendi. Savunma alındı. Ve hakim
sonucu açıkladı. - Sanığın suçu sabit görüldüğünden yirmi yıl altı ay
hapsine karar verilmiştir... Adamın bu kararla birden gözleri karardı,
ayakta sendeledi, sonra kendini toparladı ve haykırdı:
- İtiraz ediyorum sayın yargıç.. Küçükistan Ceza Yasasının, şu maddesine
göre suçumun cezası altı ay.. Bana yirmi yıl fazla ceza veremezsiniz...
Hakim, acıyan gözlerle adama baktı:
- Haklısın oğlum. başbakana hakaret etmek altı ay, ama, devlet sırrını
açığa vurmak yirmi yıl....

ASUDE

Harun Reşit bir Ramazan günü Behlül ‘ e tembih etti:
“ Akşam namazına camiye git ve namaza gelen herkesi iftara davet  et.”
Akşam oldu namaz kılındı, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıkageldi.
Harun Reşit Şaşırdı:
“ Behlül bunlar kim ? Ben sana namaza gelen herkesi iftara çağır demedim mi?
Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin.”
Behlül:
“ Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz.
Namazdan sonra caminin kapısına durdum, çıkan herkese hocanın  namazda hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu yalnızca bu getirdiğim kişiler bildi.
Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış.”
“ Bir kişi namaza durduğunda ancak Rabbine müracaat eder.Çünkü o kişinin Rabbi, kıble ile kendi arasındadır.” ( Hz. Muhammed S.A.V.)
İnsan namaz aracılığı ile Rabbi ile konuşur, ona derdini anlatır.  Rabbiyle dertleşmesidir namaz. İnsan bir dostu ile ya da ailesinden biriyle konuşurken nasıl da ona dikkat eder, onun söylediklerine koşullanır. Ya da ona bir şey anlatmak istiyorsa nasılda hırsla ve
güçle söyleyeceklerini aktarır değil mi? Peki ya namazda da aynı koşullanma ve özeni gösteriyor muyuz? İnsan kıldığı namazlarla kıyamet gün kendi elinden tutacak meleğini inşa eder. Ne denli kendine hakim kılarsa namazlarını o denli ihtişamlı bir melektir
beklen sevdalısını.
Allah ibadetlerini tam bir huşu içinde eda edenleri sever ve onları  rahmet denizinden kana kana faydalandırır. Ki bu dünyada tattığınız hiçbir nimet cennetinizdeki türlü nimetlerin ve güzelliklerin yerini tutamaz.İbadetlerini gönül rahatlığı içinde ve tam bir huşu ile eda edenlerin akibetleri, ne huzurlu ne temizdir…Rabbim cümlemizi Rabbine dair yaşamıyla kendini Rabbine en iyi şekilde ifade edenlerden eylesin…
>Amin…

ASUDE

ODTÜ İşletme'nin deli ama çok bilge, hem en sevilen hem en nefret edilen profesörü Muhan Hocanın Strateji Yönetimi dersinin ilk saati öğretim üyelerinin bile katılımıyla geçer ki her senesi ayrı ilginçtir. Derslerinden birinden bir anekdot:

Muhan Soysal tepegöze bir Picasso resmi koyar. Herkes bakar bakar ama tarzı zaten kübik olan sürrealist  resimde sanatla fazla ilgilenmeyenlerin anlayabileceği çok az şey vardır. Bozuk perspektifli bir oda, sarı uzun saçlı yaratığa benzeyen bişey. Etrafında başka yaratıklar, yerde yine bir yaratık ve arkadaki şekli bozuk içi parlak dikdörtgenin içinde başka bişeyler daha.

5-10 dakka hiçbişey söylemeden sınıfı izleyen hoca, birazdan Picasso'nun resmini alıp Meninas'in bir resmini koyar. Bu resimde sandalyenin üzerinde oturan sarı uzun saçlı bir aristokrat kızının etrafındaki dadıları onun saçını tararken yerde köpeği yatmaktadır. Ve babası arkasından ışık sızan kapıdan kızını izlemektedir.
 

Ancak ikinci resmi görünce Picasso'nun resmindeki öğelerin ne olduğunu ve bu resmin Meninas'in tablosuna gönderme olarak yapılmış olduğunu farkeder tüm sınıf.

Ve Muhan Soysal hiç unutamayacağımız dersini verir:

"Hayatta hiçbirşey Meninas'in resmi kadar belirgin ve net değildir. İş hayatı gerçekleri size Picasso'nun resmindeki gibi şekil değiştirmiş olarak  gösterir. Picasso'nun resmine bakıp, Meninas'in resmini görebilenleriniz  başarılı olacak, diğerleri kübik şekillere bakıp yanlış anlamlar çıkarmaktan gerçekleri hiç göremeyecek."



VE SON SÖZ......
Bir saatliğine mutlu olacaksanız, şekerleme yapın
Bir günlüğüne mutlu olacaksanız, balık avlamaya gidin
Bir aylığına mutlu olacaksanız, evlenin
Bir yıllığına mutlu olacaksanız, bir servete konun
Tüm yaşam boyunca mutlu olacaksanız, işinizi sevin...



                                                                                       ÇİN ATASÖZÜ

antepli

paylaşım için teşekkür ediyorum sıyırtık..Güzeldi,Behlül dane Hz. kıssası çok güzel ve ders verici nitelikteydi..
Bu dünyanın cefasından sefasına sıra gelmez.gafil olmayın ilme çalışın geçen günler geri gelmez...

yusufum

Sıyırtık kardeş.MaşAllah ,son günlerde gerek mesajların ,gerekse fıkraların gerçekten çok güzel.

Hiçte sıyrtık birisine benzemiyorsun. :oops: Bayaa hoş ve anlamlı yazılar.
ANA HAKİKAT'İ ANLAT

ASUDE

Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh”
Ölüm acısı zordur****
“Ahmet Mekkî Efendi”, bir günki vaazında,Konuşurken, “Ölüm”den açılmıştı mevzû da. Biri ona sordu ki: (Efendim, bu insanlar, Acaba can verirken, ne kadar acı duyar?) Cevaben buyurdu ki: (“Ölüm”ün en hafifi, Öyle şiddetlidir ki, mümkün olmaz târifi. Ne zaman ki bir kişi, gelse ölüm hâline, Sanki konur “İki dağ” omuzu üzerine. öğnenin deliğinden çıkacak rûhu sanır, Yerle gök birleşir de, o arasında kalır. Sanki onun içinde, bir “Dikenli çalı” var, Onu tutup, ağzından, kuvvetle çekiyorlar. Bütün hücrelerine, takılmış dikenleri, Çektikçe parçalıyor, takıldığı yerleri. “Can verme”nin acısı, fazladır hattâ şundan, İnsana “Yetmiş” defa kılıç  vuruluşundan.  Fakat “Mü’min”, görerek hûri ve melekleri, Onların zevki ile, duymaz bu elemleri. Daha da şiddetlidir lâkin “Kabir azabı”, Hiç kalır buna göre, can verme ıstırabı. Çünki kabir, yakındır âhiret hayatına, Benzer azabları da, âhiret azabına. Bu kabir azabı da, böyle çok şiddetliyken, Hiç kalır “Mahşer”deki azablara nisbeten. Bir damlanın, deryaya nisbeti nasıl ise,
Bunlar da birbiriyle, edilmez mukayese. O meydanda “Bin sene” bekleşirken insanlar, Güneş, bir mızrak boyu yaklaşıp halkı yakar. Bir ayağın üstünde bulunur binbir ayak, Günahlarına göre, tere batar cümle halk. Öyle çok sıkışır ki, kâfirler izdihamdan, Temennî ederler ki, kurulsa hemen “Mîzan”. Derler ki: “Hesabımız görülse de hemence, Şu sıkıntılı hâlden, kurtulsak bir an önce.” Halbuki bilmezler ki, bitince sual hesap, Başlıyacak bu sefer, daha elîm bir azap. Çünki girecekleri “Cehennem”in ateşi, Öyle şiddetlidir ki, bulunmaz aslâ eşi. “Mahşer” meydanındaki acı ve sıkıntılar, “Cehennem azabı”nın yanında hiç kalırlar. Bir kum taneciğinin, kâinata nisbeti,
Ne ise, öyle çoktur Cehennemin şiddeti. Oradan bir kıvılcım, dünyaya düşse eğer, Onun hararetinden, bu dünya erir, biter. Hem kalmaz bir kararda, azablar Cehennemde, Gün geçtikçe şiddeti, durmadan artar hem de. Kalbinde zerre kadar “Doğru îmân”ı olan, Cehenneme girse de, çıkarılır sonradan.

ASUDE

HEPSİ ÎMÂN ETTİLER

Mevlânâ, tahsil için, Konya'dan bir gün yine, Şam'a gidiyordu ki, uğradı Nusaybin'e.Hıristiyan papazlar, bir yere gelmişlerdi,  Acâyip istidraçlar, halka gösterirlerdi. Gösteriş yapmak için, hazret-i Mevlânâ'ya, Bir oğlan çocuğunu, uçurdular havaya. Celâleddîn-i Rûmî, bir duâ etti o an, Havada kala kalıp, düşmedi yere oğlan. Feryâd ediyordu ki, korkusundan o çocuk; "Düşüp de öleceğim, indirin beni çabuk! Çok uğraştılarsa da, papazların birçoğu, Hiç indiremediler, havadan o çocuğu. Oğlan bağırdı ki: "Sizin yanınızdaki, O zâtın duâsıyla, işbu hâl oldu vâki.
Ancak onun duâsı, kurtarır beni bundan, Yoksa helâk olurum, yere düşüp buradan."
Papazlar bil-mecbûri, ona gelip bu kere, Dediler: "Duâ et de, o çocuk düşsün yere." Buyurdu ki: "Hiçbir şey kurtarmaz o çocuğu,  Kelime-i şehâdet, kurtarır yalnız onu." Oğlan bunu duyunca, sevinip bu habere, Kelime-i şehâdet, söyleyip indi yere. Papazlar bunu görüp, hayrette kaldı hepsi Ve insâfa gelerek, îmân etti cümlesi. "Allah, Allah" NİDÂLARIYLA

ASUDE

BİR ANDA KIRK YERDE

Birbirinden habersiz, kırk kişi, ayrı ayrı, Eve dâvet ettiler, bir gece Mevlânâ'yı. Hiçbirini kırmayıp, eylediler icâbet, Hepsi ile oturup, ettiler gece sohbet. Ertesi gün onlardan; birbirini görenler, Hemen birbirlerine, verdiler bunu haber. Ve lâkin diğerleri, şaşırarak bir nice,Dediler ki: "Mevlânâ, bizde idi dün gece."Halbuki hiçbirinde, değildi o büyük zât,Kendi hânelerinde, yalnız idi o saat.

ASUDE

TAYY-I ZAMAN, TAYY-I MEKÂN

Hazret-i Mevlânâ'nın, mübârek hanımları, Diyor ki, bir gün evde, görmedik Mevlânâ'yı. Halbuki biraz önce, otururdu odada, Biraz sonra baktık ki, görünmüyor ortada. Biz böyle konuşurken, akşam oldu nihâyet, Sonra kapı açılıp, içeri etti avdet. Çevirmek isteyince, ayakkabılarını, Gördüm kenarında, Mekke'nin kumlarını. Nereden geldiğini, ondan suâl edince, Buyurdu ki: "Mekke'de, bir dostum vardı önce. Onun ziyâretine, gitmiştim biraz evvel, O kumlar da Hicaz'ın, kumlarıdır muhtemel." Düşündüm ki "Bu kadar, kısacık bir zamanda, Hicaz'a gidip gelmek, nasıl olur acaba?" O bunu anlayarak, buyurdu ki: "Velîler, Kerâmet ehli olup, sanki rûh gibidirler. Kısaltır Hak teâlâ, onlar için bu yeri, Bir adımda giderler, uzun mesâfeleri."

ASUDE

KARTAL VE BOHÇA

Seyyidet Nefîse ki, bir evliyâ hâtundur, Aliyyül Mürtezâ’nın, dördüncü torunudur. Hak teâlâ indinde, çok makbûldü duâsı, Meşhûrdu zühdü ile, ibâdeti, takvâsı. Ümmî idi ve lâkin, İslâm ilimlerinde, Âlim olup, bilgisi, pek çoktu her birinde. O devirde bir kadın, vardı fakir, ihtiyar,
Dört kızıyla, bir evde, otururlardı bunlar. Bu kızlar hafta boyu, iplik eğirirlerdi, Anneleri pazarda, satıp geçinirlerdi. Yine bir gün bu hâtun, ipleri aldı evden, Satmak için çarşıya, giderken sabah erken, Bohçası da başında, gidiyorken pazara, Bir kartal onu kapıp, kaçırdı uzaklara. Bütün sermâyeleri, o bohçadaydı zâten. Bayılıp düştü yere, kadın üzüntüsünden.
Kendine geldiğinde, gördü ki çok insanlar, Etrafına toplanmış, soruyor: “N’oldu, ne var?”
Anlattı hâdiseyi, dediler ki: “Ey hâtun, Ne için üzülürsün, ne kıymeti var bunun?” Dedi: “Onu satarak, geçinirdik hepimiz, Onu da kuş kaçırdı, ne yaparız şimdi biz?” Dediler ki: “Ey hâtun, bak Seyyidet Nefîse, Vardır ki, git derdini, ona söyle ne ise. Ricâ et, duâ etsin, o sana bu iş için, Onun duâsı ile, hâllolur elbet işin.” O hâtun geldi hemen, Seyyidet Nefîse’ye, Yalvarıp ricâ etti: “Bana duâ et” diye. Buyurdu ki: “Ey hâtun, edeyim pekâlâ, Elbette ki her şeye, kâdirdir Hak teâlâ Her mahlûkun rızkına, kefildir cenâb-ı Hak, Sen rızkı hiç düşünme, O gönderir muhakkak. Sen şimdi müsterih ol, râhatça evine git, O, rezzâk-ı âlemdir, O’ndan hiç kesme ümit.” Az sonra birileri, gelerek Seyyide’ye, Dediler: “Üç gün önce, binmiştik bir gemiye.
Ve lâkin su almağa, başlayınca gemimiz, Batma tehlikesiyle, karşılaştık hepimiz.Sizi vesîle edip, duâ ettik Allah'a, Çok şükür bu duâmız, bitmemişti ki daha, Bir kartal, hızla indi, geminin üzerine, Ağzındaki bohçayı bırakıp gitti yine. Onu açıp gördük ki, iplik dolu hep içi, O iplerle bağlayıp, hâllettik hemen işi. Duânızla kurtulduk, hamd olsun Rabbimize, Şu beş yüz dirhem dahî, hîbedir bizden size. Gerçi Hak teâlâdır, bunları yaptıran hep, Ve lâkin bu iş için, O sizi kıldı sebep.” Gözleri yaşararak, aldı onu eline, O ihtiyar hâtunu, dâvet etti evine. Gelince kendisine, buyurdu ki: “Ey hâtun, O ipleri pazarda, sen kaça satıyordun?” Yirmi dirhem deyince, buyurdu ki: “Pekâlâ, Bak sana daha fazla, gönderdi Hak teâlâ. O Allah ki kefildir, rızkına mahlûkatın,Rızık için boş yere, kendini üzme sakın.

dihancioglu

Allah razı olsun kıssaların hepsidende çok değerli dersler çıkarılıyor. :x
Of eşrafından 80 yıllık bir M E K T U P

ASUDE

GÖRDÜĞÜN HIZIR İDİ

Osmanlı pâdişâhı, Kânûnî zamanında, Yahyâ Efendi diye, vardı ki bir evliyâ. Sultan, Ağabey diye, ona hitab ederdi, Büyük zât olduğunu, bilir ve çok severdi. Velî Yahyâ Efendi, hazret-i Hızır ile, Sık sık görüşür idi, Allah'ın izni ile. Pâdişâh bu durumu, çok iyi biliyordu, Kendisi de Hızır’la, görüşmek istiyordu. Çıktı sultan bir gece, kayıkla gezintiye, Yanaştırıp kayığı, bir ara Ortaköy’e. Yahyâ Efendiye de, gönderdi ki bir haber; O da gelip bulunsun, kendisiyle beraber.
Yahya Efendi dahi, onun ricâsı ile, Gelip bindi kayığa, yanında birisiyle. Sultanın parmağında kıymetli yüzük vardı. O kişi, dikkatlice o yüzüğe bakardı. İyice farkedince, bunu Sultan Süleymân, O kıymetli yüzüğü, çıkarıp parmağından,Dedi ki: “Siz gâliba, bunu merak ettiniz,
Alıp daha yakından, bakıp inceleyiniz.” O zât aldı yüzüğü, evirip çevirerek, Atıverdi denize, hem de gülümseyerek. Yahyâ Efendi hariç, kayıkta bulunanlar, Çok hayret ettiler ki, acabâ bu ne yapar? Biraz sonra o kişi inmeği arzu etti Pâdişâh kayıkçıya; “Kıyıya yanaş” dedi. O kişi tam inerken bir avuç su alarak, Uzattı pâdişâha, göz altından bakarak. Avcundaki o suda attığı yüzük vardı, Pâdişah bunu görüp, hayretten dona kaldı. Tutmak istediyse de, o kişinin elinden,
Lâkin o zât bir anda, kayboldu göz önünden. Sordu Sultan Süleymân, Yahyâ Efendiye ki “Ağabey, ne oluyor, bu olanlar nedir ki?” “Efendim gördüğünüz, Hızır idi” deyince, Dedi: “Bunu ne için, demedin daha önce.” Buyurdu: “O kendini, tanıttı hükümdârım, Lâkin siz tanımakta, geç kaldınız hünkârım.”

ASUDE

HAKÎKÎ SEVGİ NASILDIR?

Yahyâ bin Muâz ki, evliyânın büyüğü,Verâ ile takvâda, vardı çok üstünlüğü.Meşhurdu insanlara, vâz ile nasîhati, Çok insan o sâyede, buldular hidâyeti. Buyurdu:"Ey insanlar, gafleti atın artık, Dünyâ uyku gibidir, âhiret uyanıklık. Uyuyup rüyâsında, ağlarsa biri şâyet, Uyanınca sevinir, ferâhlanır o gâyet." Öyleyse Allah için, ağlayın ki bu demde, Rahata eresiniz o ebedî âlemde. Buyurdu ki: "Bir sevgi, hakîkî ise şâyet, Bir iyilik görmekle, hiç artmaz o muhabbet,
Ve yine bir kötülük, görse de sevdiğinden, Ona olan sevgisi, azalmaz eskisinden."Buyurdu: "Sen ne kadar, edersen Hakk'a tâat, İnsanlar da o kadar, sana eder itâat. Sen Allah'a ne kadar, eylersen günah, isyân, Sana dahi o kadar, karşı gelir çok insan." Ve yine buyurdu ki: "Doğru, hâlis âlimler,  Sana, ebeveyninden, daha şefkatlidirler. Zîrâ onlar katarak, gündüze gecesini, Cehennem ateşinden, kurtarır en son seni, Ve lâkin ebeveynin, sana merhametinden, Kurtarır ancak seni, dünyâ felâketinden." Buyurdu ki: "Dünyâya, aldanma, iyi tanı, O hep dolup boşalır, sanki bir yolcu hanı. Bugün dünyâda isen, olmazsın belki yarın, Hazırla azığını, gaflete gelme sakın! Elini çabuk tut da, hazırlan bir an evvel, Zîrâ yaşayanlara, âni gelir hep ecel. Eğlenmeyi bırak da, ibâdet yapmaya bak, Zevk ü safâ sürmeyi, gel âhirete bırak." Buyurdu:"Bir âlimde, varsa dünyâ sevgisi, Onun, hiçbir kimseye, olmaz bir fâidesi. Zîrâ kendine bile, hayrı olmaz ki zâten, Nerde kaldı gayriyi, kurtarsın felâketten." Buyurdu:"Şâyet ölüm, konsa idi pazara, Ehlullah, başka şeye, vermezlerdi hiç para. Cehennem'e götüren, amelleri işleyip, Sonra kalkıp Cennet'e, tâlip olmak ne garip. Ahmak şu kimsedir ki, çok günah işlerde hep, Sonra Hak teâlânın, affını eder talep. Akıllı da şudur ki, dünyâyı terk etmeden,
Âhiret azığını, hazır eder gitmeden. Bilir ki âhiretin, tarlasıdır bu dünyâ, Eker tohumlarını çalışır ekseriyâ. Kabire girmeden önce oraya hazırlanır, Bilir ki her mümine, orada suâl vardır.
O, ölmeden öğrenir, cevabını onların, Bilir ki kendisine, sorulur bunlar yarın."Buyurdu ki: "Îmânın, tam doğruysa Allah'a, Sana, bundan kıymetli, bir nîmet olmaz daha.
Öyleyse kork ve titre îmânın gitmesinden,  Zîrâ bir kelimeyle, gidebilir o senden."

Vuslat Yolcusu

siyirtik kardes gözümden kacmis bu güzel yazilarini okuyamamisim kusura bakma ama mükemmel :x

ASUDE

YA'KÛB-İ ÇERHÎ

Allah adamlarından, çok büyük bir evliyâ,Gazne'nin Çerh köyünde, teşrif etti dünyâya İlim tahsil etmeye, Herat'a gitti ilkin, Mısır ve Buhârâ'da bulundu tahsil için. Çeşitli âlimlerden, okuyup en nihâyet, Zâhirî ilimlerde, aldı mutlak icâzet. Dönmek üzereydi ki, sonra memleketine, Behâeddîn Buhârî'nin, tutuldu sevgisine. Onu görmek arzusu, öyle kuvvetlendi ki, Görünmez bir bağ ile, çekildi ona sanki.Tehir etti dönmeyi, bir hikmet vardır diye, Gitti büyük şevk ile, Behâeddîn Buhârî'ye. İçeriye girince, buyurdu ki bâhusus: "Tam dönecek zaman mı, bize geliyorsunuz?" Dedi ki: "Ey efendim, seviyorum sizi ben, Ve çok büyük zâtsınız, biliyorum yakînen." Buyurdu ki: "Yanılma, olabilir teşhiste," Dedi ki:"Resûlullah, buyurdu ki hadîste: "Hak teâlâ sever ve seçerse birisini, Kulların kalbine de, düşürür sevgisini." Behâeddîn Buhârî, tebessüm eyledi ve, Sonra "Biz azîzânız" buyurdu kendisine.
Bu Azîzân sözünü, işitince o zâttan, Gördüğü bir rüyâyı, hatırladı o zaman. Şöyle ki rüyâsında, denilmişti ki ona: "Ey Ya'kûb, sen de gidip, tâbi ol Azîzân'a." Ona karşı sevgisi, oldu daha ziyâde, Sonra da gitmek için, istedi müsâade. Dedi ki: "Ey efendim, gidiyorum ve lâkin, Çâre nedir, sizleri, çok hatırlamam için?" Çıkarıp verdi ona mübârek takkesini, Buyurdu: "Kullandıkça hatırlarsın hep beni." Ellerini öperek, ayrıldı huzurundan, Lâkin memleketine, henüz vâsıl olmadan. O zâtın muhabbeti, set oldu gitmesine, Yarı yoldan dönerek, huzura geldi yine. Dedi: "Yoldan çevirdi, beni muhabbetiniz, Lütfen kabul edin de, olayım talebeniz."
Buyurdu ki: "Bu işe, büyükler verir karar, Bakalım ki bu gece, bize ne buyururlar? Onlar kalb câsusudur, girerler kalbinize, Bakıp vâkıf olurlar, sizin himmetinize. Eğer kabul ederse, sizi büyüklerimiz, Bu gece belli olur, biz de kabul ederiz." Ya'kûb-i Çerhî der ki: "Çıktım başım önümde,  Böyle çetin bir gece geçirmedim ömrümde. "Kabul edecekler mi, acep bu bîçâreyi?"
Diye düşünerekten, zor geçirdim geceyi. O sabah namazını, kılar kılmaz beraber, Buyurdu ki: "Ey Ya'kûb, müjde, kabul ettiler." Böylece hizmetine girdim bu büyük zâtın, Çıkardı zirvesine, beni her kemâlâtın."