Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

hikayeler-kıssalar

Başlatan ASUDE, 24 Kasım 2005, 23:25:04

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

ASUDE

İŞ HİZMETTE

Yûnus Emre, mânevî, bir işâret alarak, Vardı Tapduk Emre'nin hizmetine koşarak. Otuz yıl hizmet edip, zannetti ki, kendinde, İlerleme olmadı, mânevî âleminde. Üzüntüden kendini, atıverdi dağlara, Baş açık, yalın ayak, dolaşırken bir ara, Bir gün iki kişiye, rastladı birden bire,
Onları çok severek, dost oldu onlar ile. Yemek vakti gelince, duâ etti birisi, O anda indi gökten, yemek dolu bir tepsi. Üçü de yiyip içip, şükrettiler Allah'a, Akşam vakti öbürü, duâ etti bir daha. Yine aynı şekilde, bir tepsi indi gökten, Öyle ki bu yemekler, nefisti ötekinden. Üçüncüde Yûnus'a dönerek o müminler; "Sıra sende, şimdi de, sen duâ et." dediler. O zaman Yûnus Emre, kaldırdı ellerini, Dedi ki: "Yâ İlâhî, mahcup eyleme beni. Onlar kimin ismiyle, duâ ettiler ise, O zâtın hürmetine, bir sofra gönder bize." Duâsı biter bitmez, baktılar biraz sonra, İndi gökten bu sefer, daha büyük bir sofra. Dediler: "Ey arkadaş, nasıl oldu bu öyle, Sen kimin hürmetine, duâ ettin ki böyle?" Dedi ki: "Siz söyleyin, siz nasıl ederdiniz? Siz kimin yüzü suyu, hürmetine derdiniz?" Dediler: "Taptuk Emre, yanında hizmet yapan, Yûnus'un hürmetine, istiyorduk her zaman." Yûnus bunu duyunca, dergâha döndü yine, Yattı Taptuk Emre'nin, kapısının önüne. O zaman hocasının, görmüyordu gözleri, Evde, el yordamıyla, yürüyordu ekseri. Çıkıyorken, ayağı, takılınca bir şeye, Dedi: "Bizim Yûnus mu, gelip yatmış eşiğe." Ve elinden tutarak, kaldırdı onu yerden, Yûnus, Yûnusluğunu, kazanmıştı o günden. Dağdan odun taşırdı, yıllarca o dergâha,O mânevî kapıdan, ayrılmadı bir daha. Yûnus unutulmadı, yüzyıllar geçse bile,Zîrâ hizmet etmişti, üstâdına zevk ile.

[/b]

EFSuN

Birtanede benden olsun..

Yıldız ona sesleniverdi ansızın:
“Neden ağlıyorsun, çocuğum? Seni böyle hüzünlendirecek ne var?”
Çocuk, yanaklarından süzüle süzüle akan yaşları silerek yıldıza dedi ki:
“O kadar uzaktasın ki, hiçbir zaman sana dokunamayacağım.”
Ve yıldız, çocuğun hüznünü giderecek bir cevap verdi:
“Böyle uzaklarda durduğuma bakma, eğer yüreğinde olmasaydı asıl yerim, göremezdi beni senin gözlerin.”  :)
Yüzleri dost, özleri düşmandan usandım..
Hata değil, ettiğim isyandan utandım..

chechen

Hak şerleri hayreyler
Zünnun-ı Mısrî anlatıyor:
Bir gün elbiselerimi yıkamak için Nil nehrinin kenarına gitmiştim. Nehir kenarında bir de baktım ki, büyük ve korkunç bir akrep bana doğru geliyor. Çok korktum. Şerrinden Allah’a sığındım.
Fakat garip bir şeyler oluyordu. Anlatayım:
Akrep nehre geldiğinde, sudan büyük bir kurbağa çıktı ve akrebe doğru ilerledi. Akrep kurbağanın sırtına bindi; suyun üzerinde yüzüp gittiler. Ben de onların arkasından yüzüp, peşlerini takip ettim.    
Nehrin karşı yakasına geçtiklerinde, akrep kurbağayı bırakıp dalları büyük, gölgesi çok olan bir ağacın altına gitti. Ağacın altında Allah’a asi bir genç mışıl mışıl uyuyordu.
Kendi kendime:      
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billah. Bu akrep nehrin öte kıyısından buraya bu genci sokmak için geldi” dedim. Akrep gence yaklaştığı zaman hemen onu öldürmeye karar verdim ve akrebe yakın bir yerde durdum.
Fakat bir de ne göreyim; karşıdan sürünüp gelen büyük bir yılan, uyuyan gence doğru hızla aktı. Ben dehşet aldım ve tam yılana hücum edeyim de genci kurtarayım derken; akrep yılana saldırdı, hızla yılanın üzerine çıktı ve yılanın başını sokmaya başladı. Öyle soktu ki, yılanı öldürmeden bırakmadı.
Yılan öldükten sonra, akrep hızla nehre döndü. Kurbağa onu nehir kıyısında bekliyordu. Akrep kurbağanın sırtına bindi. İkisi birlikte tekrar nehrin öteki kıyısına geçtiler.
Ben arkalarından onlara bakıp kaldım.
Nihayet dönüp gencin yanına geldim, uyuyan gencin başucunda durarak şu beyitleri söyledim:    
“Ey uyuyan genç, Allah seni karanlığın içindeki her türlü kötülükten korur. Yüce Allah’tan gözler nasıl uyur ki, sana Ondan bütün nimetlerin faydaları gelir.”      
Genç benim bu sözlerimden uyandı. Kendisine olayı anlattım. Bunun üzerine genç tövbe etti, kötülüklerinden pişman oldu. Günahları için ağladı ve ölünceye kadar hayatı tövbekâr olarak devam etti.
Allah ona rahmet etsin.
Kim Allah'ı, Resûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar süphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır.(Maide 55,56)

ASUDE

BİR NAZAR

Vaktiyle dört arkadaş, gelerek bir araya, Tahsîl-i ilim için, geldiler Buhârâ'ya. Zâhirî ilimleri, öğrenip bir âlimden, İçlerine bir ateş, düşüverdi âniden. Dediler ki: "Öğrendik, zâhirî ilimleri,
Lâkin ihlâs olmazsa, gidemeyiz ileri. Bu ihlâsı kazanmak, mümkün olmaz bu yerde,
Yükselmemiz gerekir, bâtınî ilimlerde. Bâtın ilmini dahi, öğrenemezsek eğer, Bu tahsîl ettiğimiz, ilimler boşa gider." Bir kâmil-i mükemmil, kişi bulmak üzere, Medreseden ayrılıp, koyuldular sefere. Bu dört gençten birinin, ismi Seyyid Atâ'dır,Yâni Resûlullah'ın, evlâdından bir zâttır. Semerkant yakınından, geçer iken bu gençler, Bir ihtiyar kimseyi görür ve eyleşirler.
O kişi, çalılıktan, yakmak için evinde, Odun topluyor idi, onların geldiğinde. Dediler: "Şunun için, seferdeyiz şimdi biz, Bir kâmil rehber bulup, bağlanmaktır gâyemiz." Meğerse o ihtiyar, Zengî Atâ nâmında, Bir kâmil kişi imiş, Semerkant diyârında. Zengî Atâ cevâben, şöyle dedi gençlere: "Aradığınız benim, gitmeyin başka yere." Onlardan iki tanesi, ona tam inandılar, Velâkin Seyyid Atâ, hiç etmedi îtibâr. Düşündü: "Ben seyyidim, ilmim var, bu bir gerçek,Bu siyâhî kişi mi, beni irşâd edecek?" Kalben geçirdiyse de, bir an için bu fikri, Yine de yapıyordu, günlük vazifeleri. Yaptı o da yıllarca, riyâzet, mücâhede, Lâkin bir ilerleme, pek olmadı yine de. En son Anber Ana'ya, gelip arz eyledi ki: "Anacığım, üstâda, şunu haber verin ki, Seyyid Atâ soruyor: "Ne olacak benim hâlim? Yıllarca buradayım, açılmadı bu kalbim. Diğer arkadaşlarım, yükseklere çıktılar, Bendeyse ilerleme, olmadı zerre kadar." Dedi ki: "Sen bu gece, bir keçenin içine, Sarılıp, tevâzuyla yat kapı eşiğine. Seni böyle görürse, şefkat ile bir bakar, Onun bir tek nazarı, sana yeter ve artar." Seyyid Atâ o gece, girdi keçe içine,
Uzandı üstâdının, kapısı eşiğine. O gece Zengî Atâ, namaza kalktığında, Gördü ki biri yatar, eşiğinin altında. Tam basacak idi ki, göğsünün üzerine, O tutup ayağını, öpüp sürdü yüzüne.
Buyurdu ki: "Kimdir o, yatmış eşik önüne?" Dedi: "Seyyid Atâ'yım, muhtâcım himmetine."
Buyurdu ki: "Kalk yerden, düzeldi şimdi hâlin, Üzülme, bundan sonra, açılır artık kalbin."
O anda bir teveccüh, etti Seyyid Atâ'ya, Çıkardı tasavvufta, en üstteki noktaya. Onların bir nazarı, bulunmaz ganîmettir, İnsanı en alçaktan, bâlâlara yükseltir. Onların hürmetine, yâ Rabbî, affet bizi! Onların sevgisiyle, tenvîr et kalbimizi.



ASUDE

ŞAŞARIM KİBİRLİYE

Hazret-i Hüseyin'in, bir mübârek oğludur, Ve hazret-i Ali'nin, kıymetli torunudur. Muhakkak kılar idi, her gecede bin rek'at, Ölünceye kadar da, devâm etti bu tâat. Çok korkardı Rabbinden, ömrünün her ânında, Bilhassa titrer idi, abdeste kalktığında, Sebebini sordular, buyurdu ki o zaman: "Ben kimin huzûruna, çıkacağım birazdan?" Bir kimse arkasından, onu gıybet etmişti. Öğrenice, o zâta, gidip şöyle demişti: "Affetsin Rabbim beni, doğruysa sözün şâyet,  Yok eğer yanlış ise, seni etsin magfiret." Bir gün hasta olmuştu, ziyârete gittiler, Sordu ki: "Ne maksatla, geldiniz bana sizler?" Dediler ki: "Efendim, seviyoruz sizi biz." Sordu yine onlara: "Ne için seversiniz?" Dediler: "Allah için, severiz biz sizi hep, Hâlistir niyetimiz, yoktur gayri bir sebep." Buyurdu: "Allah için, ederseniz muhabbet, Cennet nîmetlerine, erersiniz nihâyet. Eğer dünyâlık için, sevseniz de siz yine, Bolca kavuşursunuz, Dünyâ nîmetlerine."
Ziyârete geldiler, bir zaman kendisini, Emretti kölesine, yemek getirmesini. Köle, sofra elinde, çıkarken merdivenden, Yemek dolu o sofra, kayıverdi elinden. Altta küçük çocuğunun, üstüne düştü hem de, Mübâreğin çocuğu, vefât etti o demde. Köle bunu görünce, korkudan titredi hep, Düşündü ki: "Efendim, ne cezâ verir acep?" Buyurdu ki: "Hiç korkma, affeyledim vAllahi, Ve seni Allah için, âzâd ettim hem dahi." Buyurdu ki: "Şaşarım, kibreden kullara hep,
Zîrâ kibirlenecek, neleri vardır acep? Bir damlacık su idi, sonra bir leş olacak, Bundan gayri neleri, vardır gururlanacak?" Buyurdu ki: "Mahşerde nidâ eder bir melek:  "Fazîlet sâhipleri, kalkıversin!" diyerek. Bir grup kalktığında, suâl eder melekler:  "Sizin fazîletiniz, dünyâda neydi?" derler. Onlar der: "Sıkıntıya, katlanırdık durmadan, Kötülük yapanı da, affederdik her zaman." Melek der ki onlara: "Haydi girin Cennet'e." Sonra nidâ eder ki:"Sabredenler nerede?"
Bir grup kalkar yine, suâl eder o melek: "Siz dünyâda nelere, sabrettiniz?" diyerek. Derler ki: Rabbimize, ibâdet ederken biz,  Her türlü zorluklara, sabrederdik hepimiz. Günahlardan sakınmak, çok zor gelse de bize, Sabreder, işlemezdik, uymazdık nefsimize." Onlar dahi gidince, şöyle denir bu defâ: "Allah'ın komşuları, gelsinler şu tarafa!" Kalkar başka bir grup, nidâ eder münâdî: "Ey insanlar, sizlerin, ameliniz ne idi?" Derler:"Biz Allah için, sevdik birbirimizi   Allah için ziyâret, ettik diğerimizi, Allah için oturup, ederdik dînî sohbet, Allah için fakîre verirdik mal ve servet. Allah için giderdik, hep birbirlerimize, Dünyâ karıştırmazdık, hâlis niyetimize." Melek der ki:"Siz dahi, sonsuz kalın Cennet'te, Bu ihlâsın meyvesi, Cennet olur elbette."

ASUDE

ÂLİMİN KIYMETİ

Vehb bin Münebbih ki, Tâbiîn-i kirâmdan,Şiddetle kaçıyordu, her günah ve haramdan. Buyurdu ki: “Aklı ve ilmi varsa bir zâtın, Onu aldatmak için, gücü yetmez şeytanın. O, binlerce câhili, parmağında oynatır, Âlimin karşısına gelince, âciz kalır. Dağları parçalamak, kolay gelir şeytana Ve lâkin yaklaşamaz, böyle olgun insana. Bir çâresini bulup, kaçar onun yanından,
Câhillere yanaşıp, saptırır yollarından.” Dâvûd aleyhisselâm, buyurdu ki: “Ey Rabbim, Seni aradığımda, nerde bulabilirim?” Buyurdu: “Şu kulların, yanındayım ki her an, Ürperir kalbleri hep, benden korkularından Ey Dâvûd, şu kimsedir, en çok sevdiğim kişi, Bir günah karşısında, ürperir, titrer içi.” Dediler ki: “Ey Vehb, çok ibâdet eyleyen, İki zâttan hangisi, üstündür diğerinden?” Buyurdu: “Kimin çoksa, insanlara hizmeti, Hak teâlâ indinde, onun çoktur kıymeti. Hele uğraşıyorsa, âhiretleri için, Daha da kıymetlidir, indinde Rabbimizin.” Buyurdu: “Belâlara, uğrarsa insan eğer, Bilsin ki sıkıntıyla, yaşadı her peygamber. Aksine rahatlığa, kavuşursa o şâyet, Bilsin ki o büyükler, etmedi buna rağbet.” Buyurdu: “Çok uyuyan, çok yiyen, çok konuşan, Kimseleri çok kolay, aldatır la’în şeytan. Bir kimse ki, dînini, bilir ve korur onu, Şeytan onu görünce, değiştirir yolunu.” Îsâ aleyhisselâm, bir köye geldi bir gün, Gördü ki insanların, hepsi ölmüş topyekün, Dönüp havârilere, buyurdu: “Bakın, bu halk, Allah'ın gazâbına, uğramışlar muhakkak. Dağınık ölmemişler, gösterir ki bu dahî, Birden gelmiş onlara, bu azâb-ı İlâhî. Îsâ aleyhisselâm, nidâ etti o zaman, Bir tânesi dirilip, ayağa kalktı heman.
Buyurdu ki: “Suçunuz, ne idi ki acabâ, Böyle, toplu olarak, uğradınız azâba?” Dedi ki: “Biz dünyâyı, fazla benimsemiştik, Çocuğun annesini, sever gibi sevmiştik. Girince kalbimize, dünyanın muhabbeti, Gâfil olduk Allah’tan, unuttuk âhireti. Îkâz da etmediler, bizi âlimlerimiz, Ve bir sabah âniden, böyle oldu hâlimiz.” Buyurdu: “Suâl ettim, tam yedi yüz âlime, Kime denir akıllı, zekî ve zengin diye? Öğrendim ki akıllı, soğumuştur dünyadan, Âhiret hazırlığı, içindedir durmadan. Zekî de rağbet etmez, dünya mâl-ü mülküne, Aldanmaz bu geçici ve yalan zevklerine. Zengin ise rızkına, kanâat eyliyendir, Başkasının malına, aslâ göz dikmeyendir.” Bu mübârek zâtların, hürmetine İlâhî, Akıllı olanlardan, eyle sen bizi dahî.

dihancioglu

Ebü'l-Abbâs-ı Mürsi hazretleri sohbetlerinde hep; "Hocam Ebül-Hasan-ı Şâzili buyurdu ki, Hocam şöyle anlattı" şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Bir gün biri; "Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey söylemiyorsunuz" demesi üzerine buyurdu ki:

Ben evden bir şey getirmedim. Ne kazanmışsam dergahta kazandım. Hocamdan öğrendiklerimi "Allahü teâlâ buyurdu ki, Resulü buyurdu ki" veya "Ben diyorum ki" diyerek pek çok şey anlatabilirim. Ama bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesile, olan hocama karşı edebe riayet ederek, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Uygun olan da budur. Hocasından bahsetmeyen, hep ben diye konuşan kimsede hayır yoktur. En iyi âlim, kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değil, nakleden, vasıta olandır. Dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar aynıdır, değişmez. Nakleden aziz, nakilsiz konuşan rezil olur.
Of eşrafından 80 yıllık bir M E K T U P

ASUDE

ÂŞIKTI PEYGAMBERE

Tâbi’în-i kirâmdan, âşıktı Peygambere,Her hâli, bir ibret ve nasîhatti bizlere. İhtiyar, gözü görmez, vardı ki bir annesi, Yok idi ondan başka, dünyâda bir kimsesi. Yemen’de deve güder, ne verilse alırdı, Yarısını fakîre, sadaka dağıtırdı. Yanıp tutuşuyordu, Resûl’ün aşkı ile, Hâtırdan çıkarmazdı, Rabbini, bir an bile. O yaşlı annesine, yaparak her gün hizmet, Çok hayır duâsını, almıştı uzun müddet. İzin istediyse de, Resûlü görmek için, Kimsesi olmayınca, vermedi ona izin. Peygamber Efendimiz, o mübârek yüzünü, Yemen’e çevirerek, buyurdu ki bir günü: “Rahmet yeli esiyor, şu Yemen tarafından, Orada, Üveys diye, vardır ki bir müslüman, Kıyâmette o kişi, Allah'ın izni ile, Şefâat edecektir, milyonlarca kişiye.”
Harem bin Hayyân der ki, merak ettim Üveys’i, Bir gün onu gördüm ki, çok zâifti bünyesi. Sordu bana: “Ey Harem, niçin geldin buraya?” Dedim ki: “Zâtınızı, görüp de tanımaya.”
Buyurdu ki: “Bir mümin, tanıyınca Rabbini, Lüzum yok tanımaya, O’ndan gayri birini.” “Yine söyle!” deyince, buyurdu: “Yattığında, Bil ki ölüm bekliyor, yastığının altında. Günahın küçüğü de, çok büyüktür muhakkak, Zîrâ o günahı da, nehyetti Cenâb-ı Hak.” “Az daha söyle” dedim, buyurdu ki: “VAllahî, Baban ve deden gibi, öleceksin sen dahî.” Rebî’ der ki, ben Onu, gittiğimde görmeye, Sabahı kılıyordu, başladım beklemeye. Tesbîhini bitirip, kuşluğa kalktı hemen, Sonra kıldı öğleyi, hiç aralık vermeden. Bir namazı bitirip, kalkardı diğerine, Görüşmek ümîdiyle, bekliyordum ben yine. Böyle, üç gün üç gece, uyumadı, yemedi, Sonunda el kaldırıp, şöyle duâ eyledi:“Sana sığınıyorum, yâ Rabbî, şu şeylerden; Çok yiyen karın ile, çok uyuyan gözlerden.” Ben bunu işitince, dedim: “Yeter bu bana. Bundan ibret almazsam, lüzum yok gayrısına.” Bir dostu kendisini, ziyârete gelmişti, “Nasılsınız?” deyince, şöyle cevap vermişti:
“Bir insan ki, yârına, bilmez çıkacağını, Tahmin et, sen o kulun, nasıl olacağını.” Dedi: “Nasîhatınla, tenvîr et biraz beni.” Buyurdu ki: “Ey kişi, bilir misin Rabbini?” “Biliyorum” deyince, buyurdu: “Öyle ise, Bilme başka birini, O kâfi gelir size.” “Bir nasîhat daha et”, deyince de Üveys’e, Sordu ki: “Rabbin seni, biliyor mu ey kimse?” “Elbet bilir” deyince, buyurdu ki bu sefer: “Öyleyse başkaları, seni hiç bilmesinler. Bir kulu ki, Allah'ı, bilirse onu şâyet, O’ndan gayri birinin, bilmesine yok hâcet.”
Buyurdu ki: “Yükseklik, istiyorsa bir insan, Tevâzû etmelidir, her kişiye, her zaman. Şerefli olmak için, takvâ ehli olunuz, Râhatlık ararsanız, tevekkülde bulunuz.”

ASUDE

GİZLERDİ KENDİSİNİ

Bir an geri durmazdı, Rabbine ibâdetten, Buna rağmen kendini, gizler idi herkesten. Kalbi Resûlullah'ın, dolu idi aşkıyle, Aslâ unutmuyordu, Rabbini bir an bile. Kimseyi incitmedi, incinmedi kimseden, Her hâli insanlara, ibret oldu tamamen. Resûlullah, vasiyet, etmişti sahâbeye, (Bu hırkamı götürüp, verin Veysel Karânî’ye.) Alî bin Ebî Tâlip, bir de hazret-i Ömer, Bu mübârek hırkayı, Kûfe’ye götürdüler. Sorup araştırdılar, onu Kûfelilerden, Lâkin tanımadılar, Üveys’i târiflerden. Dediler: “Üveys diye, biri var bu beldede, Lâkin aradığınız, o değildir herhâlde. Zîrâ divânedir o, çok tuhaftır hâlleri, Anne denen vâdide, deve güder ekserî.
Kaçar hep insanlardan, hiç gelmez aramıza, Çok zaman yalnız olur, sokulmaz yanımıza. Halk ağlasa o güler, herkes gülse o ağlar, Böyle garip biriyle, sizin ne işiniz var?” Hazret-i Ömer Fârûk, buyurdu ki cevâben: “Odur aradığımız, gösterin bize hemen.” Sonra târif edilen, mahâle yürüdüler, Yaklaşınca, Üveys'i, namaz kılar gördüler. Bekledi Ömer Fârûk, bitirdi namâzını, İletti hemen sonra, Resûl’ün selâmını. Dedi: “Resûlullah'ın, size selâmları var,
Şu kendi hırkasını, size etti yâdigâr.” Ve buyurdu ki: “Üveys, giysin de bu hırkayı, Günahkâr ümmetime, bol eylesin duâyı.” Veysel Karânî sevinçten, şaşkına döndü birden, Resûl’ün hırkasını, alarak ellerinden, Sevgi ve saygı ile, öpüp sürdü yüzüne, Üzerine kapanıp, duâ etti Rabbine: “Yâ Rabbî, bu mübârek, hırkanın hürmetine, Merhamet et günahkâr, Muhammed ümmetine.” Lâkin Veysel Karânî, kalkmadı yerden heman, Onlar başı ucunda, beklediler çok zaman. Öyle uzun sürdü ki, pekçok merak ettiler, “Acabâ emr-i Hak mı, vâki oldu?” dediler.
Hatta endîşeleri, çoğaldı beklemekten, Seslendi Ömer Fârûk, “Yâ Üveys!” diyerekten. Başını kaldırarak, buyurdu ki: “Yâ Ömer, Az daha bekleyip de, çağırsaydınız eğer, Rabbim affediyordu, bu ümmeti tamâmen, Çağırdınız, bir kısmı, kaldı affedilmeden.” Bu Üveys-i Karânî’nin, hürmetine İlâhî, Bu sevgiden bir nebze, ihsân et bize dahî

ridâ

Allah razı olsun kardeşim..

Alıntı Yap
Bu Üveys-i Karânî’nin, hürmetine İlâhî, Bu sevgiden bir nebze, ihsân et bize dahî
amin..

Üveys el Karani hazretleri...Efendimizi dünya gözüyle göremeden onun ne kadar sevilebileceğini tüm ümmete yaşarak öğreten değerli mana büyüğü..

Dünya gözü ile göremedi ama belki mana gözüyle defalarca gördü Efendimiz Aleyhissalatu Vesselamı..

Bu dünyada makamında ziyaret etmeyi çok istemiştim..Şükür ki Rabbim nasip eyledi..

Rabbim şefaatlerine nail eylesin..
I dream of rain.I dream of gardens in the desert sand.I wake in pain.Those dreams are tied to a horse that will never tire.This desert rose.Each of her veils, a secret promise,This desert flower.She moves in the logic of all my dreams.I realize that nothings as