Azizim! Şimdi sen dünyayı sevmem diyorsun amma bu iddiada doğruluğun, dünyadan kaçman, onda bulununlara ehemmiyet vermemenle sabit olur. Dünyayı sevmeyenler ondan kaçtılar. Âdet şudur ki insan sevmediğinden kaçar. Gece gündüz dünya ile meşgul olanın hâlinden dünyayı sevdiği anlaşılır. Dünyayı maksûd edinip istersen, malûm olur ki sevilen istenir. Sevilmeyen istenmez.
Ey biçâre! Fakire bir şey verdiğin, ona para ve mal yardımında bulunduğunda sanki canından ve teninden et kesip de veriyormuş gibi istemeye istemeye yaparsın. Öyle verirsin ki, verdiğin şey ne sana yarar bir şeydir ne de o verdiğin kimseye... En fazla, ihsan ve yardımın yüz dirhem, yahut elli. Fakat kendi nefsin için on binleri, yirmi binleri harcarsın. Bu tasarruf nefsine hoş gelir. Hoşuna giden yerlere malını saçar savurursun. Bil ki bu türlü mal, salih mal değildir. Zira salih malın hak yoluna sarf olunması gerekirdi. İbrahim Halilullahın (as) malı salih mal idi, zira kendisi abâ giyerdi, akçaların binlercesini fakir fukaraya verirdi. Kendi arpa ekmeği yer, fakirlere türlü türlü ni'metler ihsan ve ikram ederdi. Halbuki senin fakirlere yedirdiğin, senin önünden arta kalandır. Şimdiki zamanın zenginleri bir çekirdeği iki fakire verirler. Kendileri için pişirilen yiyeceklerin kokusundan fakirlerin aklı gider. Ağzının suyu akar. Bu yiyeceklerden fakirlere bir lokma bile tattırmazlar. Amma lafa gelince << Sulehâdan, yâni sailh kimselerdeniz >> derler. Kendilerinin bahil ve cimriler sınıfından olduğunu hiç bilmezler. Akıllarına bile getirmezler. Hattâ akıllarına bu hususun gelmesine bile tahammüleri azdır. Efendimiz (sav) fakirlere para verdiği zaman o altın veya gümüş parayı yıkar ondan sonra verirdi. Hatta misk ile kokulardı.
Hatta:
<< Fukara eli Allah-u Teâlâ'nın (cc) Kudret elidir.<< buyurmuşlardır.