Haberler:


X adresimiz

Ana Menü

Sağlık Bilgileri

Başlatan müteallim, 20 Şubat 2005, 04:02:36

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Tuğra

Vücuttaki kemikler için hayati önem taşıyan kalsiyumun kanser riskini azaltabileceği ortaya çıktı.
Amerikalı bilim adamlarının bir araştırması, vücuttaki kemikler için hayati önem taşıyan kalsiyumun (Ca) colorectal (kolonda veya rektumda oluşan bir kanser türü) kanser riskini de azaltabildiğini gösterdi.

ABD Ulusal Kanser Enstitüsü araştırmacılarının 293 bin 907 erkek ve 198 bin 903 kadın denek üzerindeki çalışmaları sonucu süt ürünleri ve diğer yiyeceklerden yüksek miktarda kalsiyum alan kişilerin kolorectal kansere yakalanma oranlarının en düşük düzeyde olduğu belirlendi.

Çalışma kapsamında araştırmacılar 50 ile 71 yaş arasındaki denekleri 7 yıl boyunca yakından izledi ve deneklerin tüm gıda alımlarının kaydını tuttu.

Ulusal Sağlık Enstitüsü içinde yer alan Kanser Enstitüsünün söz konusu çalışmasına katılan kadınlarda en fazla kalsiyum alan ilk yüzde 5'lik grubun en az kalsiyum alan ilk yüzde 5'lik gruba göre kolorectal kansere yakalanma riskinin yüzde 28 daha az olduğu tespit edildi. Erkek deneklerde isebu oran ise yüzde 21 olarak gözlendi.

ABD'de dün yayınlanan ''Journal Archives of Internal Medicine'' dergisinde yer alan makalede, gıda veya destek olarak alınan kalsiyumun colorectal kanser riskini azalttığı vurgulanırken, süt ve yoğurt gibi süt ürünleri ile yeşil yapraklı sebzelerin yüksek oranda kalsiyum içerdiği kaydedildi.

Kalsiyumun, osteoporozun engellenmesinde önem taşıdığı ifade edilen makalede, sindirim sistemindeki hücrelerin aşırı büyümesinin önlenmesi ve kalın bağırsağın mukoza zarındaki hasarın azaltılmasında da önemli rol oynadığı vurgulandı.

İnternet Haber
〰〰〰〰🐠

Tuğra

Prof. Dr. İbrahim Saraçoğlu, simitin en önemli maddesi olan susam nedeniyle yaşanabilecek sıkıntıya dikkat çekti.

Bir süre önce ellerinin kaşınmaya başladığını ve bu durumu araştırdığını belirten Saraçoğlu, günlük olarak yediği herşeyi not ettiğini ve bir süre sonra bu olayın sebebini bulduğunu belirtti.



İbrahim Saraçoğlu, simitteki susamın insanda neden alerjik reaksiyona yol açabileceğini ve ürtikeri olanlarda hastalığı tetikleyebileceğini şöyle aktardı:

"Son yıllarda ürtiker (kurdeşen) denilen rahatsızlık, fazlasıyla artmaya başladı. Aynı şey benim başıma geldi. Vaka ürtiker olarak değil, ellerim ve diz kapağımdan alt tarafım kaşınmaya başlıyordu. Özellikle de öğleden sonraları. Ben günlük yediğim herşeyi, ne yeyip içersem yazıyorum. Çünkü kendime de kür uyguluyorum. Simitler satılıyor biliyorsunuz. Ne zaman simit yesem, bu tamam. Çünkü yaklaşık olarak en geç 4 saat içinde etkisini gösteriyor.

Ellerim kaşınmaya başlıyor. 'Bu neden olabilir?' falan diyorum, sorguluyorum, notlarıma bakıyorum, ne zaman ne yedim bakıyorum. Bir iki ay içerisinde bunu çözdüm. Simitten kaynaklanıyor. Susamdan. Bunlar ithal susamdır. Kırık genli susamlar. Genleriyle oynanmış demiyorum. Kırık genli. Dolayısıyla alerji bu tür bir reaksiyon veriyor. Bu konuda çok sayıda şikayeti olan insanlar var. Ürtikeri olan insanların da ürtikerini tetikliyor."

Prof. Dr. Saraçoğlu, daha önceki dönemlerde simitle ilgili böyle bir sorunun olmadığını ifade ederek "Eskiden de simit vardı ama susam doğal susamdı. Şimdikiler maalesef böyle değil" diye konuştu.

Haberturk
〰〰〰〰🐠

Tuğra

Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Faik Altıntaş, sürekli krampın normal olmadığını belirterek, ''Bir insana her gün kramp giriyorsa, kandaki magnezyum eksikliğine bakıp, magnezyum desteği vermek gerekir'' dedi.

Prof. Dr. Altıntaş, adalenin aniden kasılıp sert bir hal alması anlamına gelen kramp hakkında bilgi verdi. 

Krampın çeşitli nedenleri olduğunu belirten Altıntaş, en yaygın iki nedeninin, soğuk ve yorgunluk olduğunu bildirdi.

Soğukta kan dolaşımı azaldığı ve adaleye oksijen ve şeker az geldiği için adalenin kendini korumasıyla kramp girdiğini aktaran Altıntaş, soğuk denizde adaleye kramp girme olasılığının sıcak denize göre daha fazla olduğunu kaydetti.

Krampa neden olan ikinci etkenin adale yorgunluğu olduğunu belirten Altıntaş, bazı futbolculara maçın sonunda sıklıkla kramp girmesinin de adale yorgunluğundan kaynaklandığını bildirdi.
Altıntaş, yorgunluk ve soğuk dışında magnezyum eksikliği veya kandaki bazı minerallerin eksikliğinin de krampa neden olabileceğini belirtti.

Kramp girdiğinde kasılan adaleyi gevşetmek gerektiğini vurgulayan Altıntaş, ayak parmakları yukarı kalkmışsa ayağı tersi yönde hareket ettirip sonuna kadar açarak krampı önlemeye çalışmanın uygulanan yöntemlerden biri olduğunu kaydetti.

Altıntaş, ikinci olarak da hemen adaleyi bir termofor ya da sıcak bir havluyla ısıtmak gerektiğini, çünkü krampın geçse de tekrarlayabileceğini dile getirdi

AA
〰〰〰〰🐠

Tuğra


Sağlıklı Beslenme ve Yaşam Uzmanı Dr. Ender Saraç, ''Bel ölçüsünün Kadınlarda 95, erkeklerde 100 santimetrenin üstü risk demektir'' dedi.

Gıda takviyeleri alanında Douglas Laboratories Türkiye'nin düzenlediği ''Kendine iyi bak genç kal'' başlıklı seminerin üçüncüsü Ankamall'de yapıldı. Halka açık seminerde, Dr. Ender Saraç, sağlıklı kilo kontrolü, Estetik Uzmanı Dr. Seran Göçer estetik operasyonlar hakkında bilgi verdi.

Saraç, ortalama yaşam süresinin kısalmasında obezitenin çok etkili bir faktör olduğunu belirterek, kendini seven her insanın kilosunu kontrol altında tutması gerektiğini söyledi.

Vücuttaki toksinlerden detoks yöntemiyle belli aralıklarla uzaklaşılması gerektiğini ifade eden Saraç, uyku düzenine de dikkat edilmesi gerektiğini bildirdi. Halk arasında ''gençlik hormonu'' olarak bilinen büyüme hormonunun gece derin uykudayken etkili olduğunu vurgulayan Saraç, bu hormonun etkisini artırmak için arı poleni ve soya filizinin tüketilebileceğini, bacak kaslarını çalıştıran ağırlık çalışmaları yapılmasının uygun olacağını kaydetti.

Saraç, erkeklerde 94, kadınlarda 88 santimetre üstündeki bel çevresinin tehlikeli olduğunu vurgulayarak, ''Kadınlarda 95, erkeklerde 100 santimetrenin üstü risk demektir'' dedi.

Düzenli kilo kontrolü için sağlıklı beslenme alışkanlığının kazanılması gerektiğini dile getiren Saraç, sabah kahvaltılarında mayalı ürünlerin ve yağlı peynirlerin tüketilmemesi gerektiğini, haftada üç-dört gün yulaf ezmesiyle birlikte bir bardak yağsız süt yanında kuru meyve ve ceviz yenilebileceğini, hafta sonlarında ise daha rahat bir kahvaltı yapılabileceğini söyledi.

Saraç, fazla kilosu olmayan kişilerin kahvaltı yanında özellikle mor renkli meyve sularını tüketebileceklerini belirterek, öğlenleri salatayla birlikte hayvansal gıdaların yenilebileceğini, iki ara öğünde de az şekerli ayva, yeşil elma, kivi gibi meyveler, bir-iki tane ceviz ya da bir bardak sütün alınabileceğini bildirdi.

Akşam öğünlerinde de özellikle bakliyat ürünlerine ağırlık verilmesi ve salata yenilmesini öneren Saraç, yemeklerde sızma yağ kullanılmasını tavsiye etti.

''ZAYIFLAMA HAPLARI TEK BAŞINA YARARLI DEĞİL''

Saraç, zayıflama haplarının kilo vermede tek başına hiçbir fayda sağlamadığını ifade ederek, bu tür ürünlerin mutlaka diyet ve egzersizle birlikte kullanılması gerektiğini söyledi. Saraç, formülü tamamen kendisine ait olan ''Fomula 7''nin ABD'den onay aldığını, bu ülkede ve Türkiye'de piyasaya girdiğini söyledi. Ürünlerinin tamamen doğal olduğunu, bugüne kadar 12 bin 500 kişinin kullandığını anlatan Saraç, ürünün şu ana kadar yan etkisini görülmediğini kaydetti.

Estetik Uzmanı Dr. Seran Göçer de uygun kiloda, doğru kan değerinde sağlıklı kemik, cilt, saç ve kas kütlesine sahip kişilerin sağlıklı birey olarak tanımlandığını belirterek, herkesin bunlara dikkat etmesi gerektiğini ifade etti.

Haber Aktüel
〰〰〰〰🐠

Tuğra


Cerrahi müdaheleye gerek kalmadan bu sorundan kurtulmak mümkün.

Varislerin, ''alerjik reaksiyonun daha nadir görüldüğü, maliyeti daha düşük ve yeniden varis oluşumunu engelleyen köpük yöntemi ile cerrahi müdahaleye gerek olmadan tedavi edilebildiği'' bildirildi.

Köpük tedavisini Türkiye'de ilk uygulayan ve ters yönden köpük uygulaması anlamına gelen ''RFS'' yöntemini geliştiren Operatör Dr. Halit Işıklar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, toplardamarın uzayıp kıvrılması, genişlemesi ve deri altında mavi-yeşil kesecikler halinde belirginleşmesi şeklinde ortaya çıkan varislerin en yaygın damar hastalıklarından biri olduğunu söyledi.

Türkiye'de görülme sıklığı yüzde 70 olan varisin, yaşla birlikte artış gösterdiğini belirten Işıklar, ''Kasık bölgesinde kapakçık bozukluğu ile başlayan hastalık oranı da tüm varis hastalıklarının yüzde 60'ını oluşturmaktadır'' dedi.

Işıklar, varisin başka faktörlerle birleştiğinde ciddi rahatsızlıklara yol açabildiğine dikkati çekerek, ''Varislerin erken safhada tedavi edilmesi önemlidir. Başlangıçta küçük kılcal damarlardaki mavi-yeşil renkteki damar genişlemeleri, ileri safhalarda kahverengi renge dönüşerek varis ülserlerine dönüşebilir'' uyarısında bulundu.

Gece oluşan kramplar, kaşıntı, şişkinlik ve ağrının varisin en önemli belirtileri olduğunu, hastaların genellikle hekime geç müracaat ettiğini ifade eden Işıklar, ''Varis, hareket kısıtlılığına yol açabilir. Dizler bükülü haldeyken uzun süre oturulduğunda, bacaktaki derin toplardamarda pıhtı oluşabilir. Bu pıhtıdan kopan parçanın akciğere ulaşarak ani solunum yetmezliği ortaya çıkarmasıyla kişi hayatını kaybedebilir'' diye konuştu.

-''RENKLİ DOPPLER İLE TAM KONTROL SAĞLANIYOR''-

Işıklar, cerrahi yöntemde, hastalığın bir daha oluşmayacağı yönündeki inancın doğru olmadığını belirten Işıklar, ''Oysa çalışmalar, ilk yılda yüzde 20, 3 yıllık takiplerde ise yüzde 60'a yakın tekrarın olduğu yönündedir'' dedi.

Işıklar, köpük yönteminde varis tedavisinde hastalıklı damarı yok etmek için kullanılan 'sclerozan' isimli ilacın özel aletinde karıştırılarak köpük haline getirildiğini ve elde edilen köpüğün çok ince iğne yardımıyla damarın içine verildiğini ifade ederek, yöntemi şöyle anlattı:

''Modern damar içi uygulaması olan köpük tedavisinde, lazer veya radyofrekans yöntemiyle diz hizasından damar içine giriliyor ve kasığa doğru damar içinden yukarıya katater denilen boru çıkartılıyor. Daha sonra estetik prensiplere uygun olarak açılan 2-3cm'lik kesiden damara ulaşılıyor ve katater yerleştiriliyor. Köpük, damar duvarıyla dengeli bir etkileşime geçiyor ve verildiği bölgede kalarak etkinliğini sürdürüyor. En önemlisi, köpüğün oluşturduğu kontrast sayesinde renkli doppler eşliğinde tedavi edilen damardaki etkinin izlenmesiyle işlemin tam kontrol altında yapılmasını sağlıyor ve doğabilecek yan etkiler en aza indiriliyor.''

-''AYNI DAMARDA TEKRAR VARİS OLUŞMUYOR''-

Işıklar, uygulama sırasında derin toplar damarla varislerin geliştiği toplar damar birleşme noktasının diğer yöntemlerde kontrol altına alınamadığında oluşan pıhtının akciğerlere gitme riski taşıdığını belirterek, ''Ancak bu uygulamada, risk kasık seviyesinden yapılan girişimle sıfıra indirilmiş oluyor'' dedi.

Köpük tedavisinin lokal anestezi altında yapıldığını dile getiren Işıklar, tedavi sürecinde farklı müdahalelere ihtiyaç duyulmadığını, sonucunda da estetik bakımdan rahatsız edici yara izlerinin oluşmadığını söyledi.

''Köpürtülerek verilen ilaç, varisli damarın büzülerek yok olmasını sağlar. Varis şeklini almış damar sonsuza kadar yok edildiğinden aynı damarda tekrar varis oluşmaz. Sıvı sclerozan maddelerin, damar içinde kan ile karıştığında etkinliği azalırken, köpük yönteminde damar duvarıyla dengeli bir etkileşime geçer ve verildiği bölgede kalarak etkinliğini sürdürür.

Ayrıca, sıvı sclerozan maddelerle yapılan tedavinin, renkli doppler ile kontrolü mümkün olmazken köpüğün oluşturduğu kontrast sayesinde renkli doppler eşliğinde tedavi edilen damardaki etkisinin izlenebilmektedir. Bu da işlemin tam kontrol altında yapılmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla doğabilecek yan etkiler de en aza indirilir.''

-OPERASYON SONRASINDA 1 SAAT YÜRÜMEK GEREKİYOR-

Köpük yönteminin, son yıllarda tüm dünyada çok tercih edildiğini dile getiren Işıklar, uygulamanın muayenehane veya poliklinik koşullarında, lokal anestezi altında ve her seansta belli bir bölgeye uygulandığını anlatarak, şunları kaydetti:

''Alerjik reaksiyon son derece nadirdir. Verilen ilacın damar dışına sızması renk değişikliğine yol açabilir. Tedavi sonrası bu bölgede oluşan morluklar ve şişlikler geçicidir. Kullanılan ilaç miktarı azaldığı için daha ekonomiktir. Vücuda verilen ilaç azaltılmış olduğu için toksik doza yaklaşılmamış olunur. Köpürtüldüğü için 4-5 katına çıkan ilaç sayesinde aynı seansta daha fazla damar tedavi edilebilir. İlaç miktarı azaldığı için damarın vereceği reaksiyon azaltılmış olur. Daha az pıhtı oluşur ki bu tedavi sonrası şişlik ve ağrının daha az olmasını sağlar. Çok kalın (2 parmak genişliğinde) varislere uygulanabildiği gibi iğne girebilecek kadar ince kılcal varislerde de rahatlıkla uygulanabilir. Verilen ilaç miktarı az olduğundan damar dışına kaçması ciddi sorun yaratmaz.''

Işıklar, hastaların uygulama sonrasında bir saat yürümesi ve tüm varis tedavilerinde olduğu gibi varis çorabının en az 3 hafta giyilmesi gerektiğini belirtti.

Varis hastalarının gün içerisinde çalışırken ya da yolculuk yaparken uzun süre hareketsiz kalmamaları ve ara ara bacak hareketleri yapmaları gerektiğini ifade eden Işıklar, kilo fazlası olanların zayıflaması, ağrı olduğu zamanlarda soğuk suyla duş alınması, aşırı sıcak ortamlardan kaçınılması, fizik tedavi desteği alınması ve uzun süre topuklu ayakkabı giyilmemesi tavsiyelerinde bulundu.

-KÖPÜK TEDAVİSİNDE RFS UYGULAMASI-

Köpük tedavisinde ters yönden köpük uygulaması anlamına gelen ''RFS'' yöntemini de kendisinin geliştirdiğini anlatan Işıklar, bu yöntemin de şu anda yurt dışında uygulandığını söyledi. Işıklar, şunları kaydetti:

''Ama ilk başlayan kişi olarak 300 üzerinde hasta sayısı ve en uzun hasta takibi bana ait. RFS lazer, klasik köpük tedavisi, radyofrekans gibi yöntemlerden lokal anestezi altında uygulanması, kasıktan yapılan müdahale sonucunda komplikasyonları ortadan kaldıran, hem ekonomik hem de 5 yıllık takiplerde yüzde 98 başarı sağlıyor. Bu tedavi cerrahinin yerine geçiyor ve büyük damarlarda uygulanıyor.

Micro sclerotherapy yöntemiyle de patenti bana ait olan T-fly mikroscleritherapy setini kullanarak en ince damarların içine girerek uygulama yapılabiliyor.

Haber Aktüel
〰〰〰〰🐠

Tuğra


Uludağ Üniversitesi (UÜ) ve İstanbul Teknik Üniversitesi'nde (İTÜ) görev yapan bilim adamları, nanolif kullanarak, dünyada ilk kez 3 milimetre çapında suni kalp damarı üretmek için çalışma başlattı.

Proje sorumlusu UÜ Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Tekstil Bilimleri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ulcay, tıbbi nedenlerden dolayı bugün sadece 6 milimetrenin üzerindeki suni damarların cerrahi müdahalelerde kullanılabildiğine işaret ederek, ''Suni damar üretiminin ilerisine de geçerek, bugüne kadar dünyada yapılamayanı gerçekleştirmek istiyoruz. By-pass ameliyatlarında kalbi besleyen damarların yerine geçebilecek 3 milimetre çapında suni damar üretmek amacıyla 'Nanoliflerden Suni Damar Geliştirilmesi Projesi'ni başlattık'' dedi.

Projenin 3'te 2'lik kısmında başarıya ulaştıklarını dile getiren Prof. Ulcay, tam olarak başarıya ulaşmaları durumunda, dünyada bir ilkin gerçekleşeceğini, by-pass ameliyatlarında kol ve bacaklardan damar nakli devrinin sona ereceğini, kalp dışında kullanılan suni damarlardan yararlanma süresinin artacağını bildirdi.

Haber53
〰〰〰〰🐠

Tuğra


''Artık kalp ve damar hastalıkları kadınlarımız ve çocuklarımızın da hastalığı oldu''

Türk Kalp Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı Çetin Yıldırımakın, ''Artık kalp ve damar hastalıkları sadece erkek hastalığı değil, kadınlarımız ve çocuklarımızın da hastalığı oldu'' dedi.



Yıldırımakın, Sakarya Üniversitesinde (SAÜ) düzenlenen ''Uluslararası-Disiplinlerarası Kadın Çalışmaları Kongresi''nde yaptığı konuşmada, bilimsel çalışmalar ve ekonomik yatırımlara rağmen kalp ve damar hastalıklarında artış yaşanmasının sebeplerinin başında stresin geldiğini söyledi.

Günümüz insanının, düne göre daha zor şartlarda yaşadığını belirten Yıldırımakın, şöyle konuştu:

''İnsanlar artık daha stresli bir yaşam sürüyor. Biz Kalp Vakfı olarak 'İyi Kalpli Ol' logosunu Türk Patent Enstitüsüne tescil ettirdik. İyimser olanlar, iyi kalpli olanlar kalp ve damar hastalıklarına daha az yakalanıyor. Biz insanların birbirlerini sevmelerini, hoşgörülü olmalarını, öfkelerini bırakmalarını, daha toleranslı olmalarını tavsiye ediyoruz. Stresin azaltıldığı, iyimser olunduğu zamanlarda hastalıklara daha uzak oluruz. İyimser ol kalp ve damar hastalıklarına yakalanma.''

-KALP DAMAR HASTALIKLARI 2008 YILINDA 17 MİLYON CAN ALDI-

Yıldırımakın, kalp ve damar hastalığının erişkin erkek hastalığı olarak bilindiğini, ancak son yapılan araştırmaların, kalp ve damar hastalıkları sebebiyle hayatını kaybeden kadınların erkeklerden daha fazla olduğunu ortaya koyduğunu dile getirdi.

Yıldırım, ''BM dünya Sağlık Örgütü, AB Kalp Birliği ve Dünya Kalp Federasyonu'nun yaptığı araştırmaya göre 2008 yılında kalp ve damar hastalıkları sebebiyle dünyada 17 milyon kişi hayatını kaybetti. Bunun 8.6 milyonunu kadınlar oluşturuyor'' dedi.

Türk Kalp Vakfı bünyesinde, kadın ölümlerinin sebeplerinin araştırılması için, Kadın Kalp Sağlığı Koruyucu Kalp Merkezi kurduklarını bildiren Yıldırımakın, eskiden kadınların kalp ve damar hastalığı konusunda pek korku yaşamadığını ifade ederek, şöyle konuştu:

''Son yıllarda kalp ve damar hastalıklarından ölen kadınların oranları erkeklerden daha fazla. Yapılan araştırmalara göre kadınlar kalp ve hastalıkları açısından daha fazla tehdit altındalar. Hatta bazı operasyonlarda, müdahalelerde, belirtilerin ortaya çıkması konusunda kadınlar daha çok tehlikedeler. Artık kalp ve damar hastalıkları sadece erkek hastalığı değil, kadınlarımızı ve çocuklarımızın da hastalığı oldu.''

Haber Aktüel
〰〰〰〰🐠

Tuğra

''Glokom'' geriye dönüşümü olmayan körlük nedenleri arasında 2. sırada yer alıyor. Uzmanlar uyarıyor.

Göz hastalıkları uzmanı Doç. Dr. Özlem Evren, glokom hastalığında erken tanının önemine işaret ederek, ''Hastalar başlarda görme duyularında bir kayıp hissetmedikleri için hastalığı fark etmez. Çünkü önce çevredeki görme alanı daralır, görme keskinliği zamanla azalır. Hastalık ilerlediği zaman da çok geç kalınmış olur'' dedi.

Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi göz hastalıkları uzmanı Evren, Dünya Glokom Günü nedeniyle yaptığı açıklamada, glokomun, göz içi basınca bağlı olarak gelişen, görme sinirinin hasarı ve görme hücrelerinin kaybıyla sonuçlanan bir hastalık olduğunu bildirdi.

Halk arasında ''göz tansiyonu'' olarak bilinen glokomun geriye dönüşümü olmayan körlük nedenleri arasında 2. sırada yer aldığını belirten Evren, hiçbir belirti vermeden ilerlediği için ''sinsi'' bir hastalık olduğuna dikkati çekti.

Evren, hastaların başlarda görme duyularında bir kayıp hissetmedikleri için hastalığı fark etmediklerini, önce çevredeki görme alanının daraldığını ve görme keskinliğinin zamanla azaldığını anlatarak, hastalık ilerlediği zaman da geç kalındığını söyledi.

Glokomlu hastalarda görme kaybı meydana geldikten sonra bunun telafi edilemediğini, ancak tanı konulduktan sonra ilerleyişin durdurulabildiğini belirten Evren, hastalığın yeni doğan bebeklerden ileri yaşlardaki kişilere kadar herkeste görülebildiğini kaydetti.

Evren, risk altındaki kişilerle ilgili şu bilgileri verdi:

''Yaş, glokoma yakalanma açısından önemli bir risk faktörüdür. 40 yaşından sonra göz içi basıncı normal seviyenin üzerine çıkmaya başlar. Göz içi basıncı yüksek olanlarda 5-10 yıl içinde glokom gelişme riski artar. Bu risk 60-65 yaş arasındakilerde 6 kat fazladır. 70-75 yaş arasındakilerde ise her 6 kişiden birinde görülür. Ailede glokom öyküsü varsa, glokoma yakalanma riski büyüktür. Ailesinde glokom hastası olanlarda risk 4-9 kat yüksektir. Şeker, yüksek tansiyon, kalp, migren, guatr hastaları, astım, alerjik rinit, romatizmal hastalıklar nedeniyle kortizon kullananlarla organ nakli, yüksek miyop ve hipermetrobu olanlar ve göz travması geçirenler de risk altındadır. Bu tür hastalığı bulunanlar göz hekimine gittiklerinde bu durumlarını anlatmalıdırlar.''

-TEDAVİ-

Risk grubundakilerin belirli aralıklarla kontrolden geçmelerinin hastalığın erken evrede yakalanmasını sağlayacağını anlatan Evren, ''40 yaş üzerindekilerde yakın gözlük ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bu kişiler bir göz doktoruna başvurduklarında göz içi tansiyonuna bakılırsa, hastalığın erken teşhisi mümkün olabilir'' dedi.

Hastalarda ilaç ve damla tedavisi uygulandığını, bunların yaşam boyu kullanılmasının büyük önem taşıdığını bildiren Evren, ''Hastalar bir süre sonra faydası olmadığı kanısına kapılıp ilaçlarını bırakıyor. Oysa bu ilaçlar hastalığın geriye dönüşümünü sağlamıyor, ilerlemesini durduruyor. Bu nedenle mutlaka doktor gerekli gördüğü sürece ilaçlarını kullanmaları gerekir'' uyarısını dile getirdi.

Evren, yan etkisinden kurtulmak için hastaların damla uygulamasından sonra göz pınarlarını 1-2 dakika bastırmalarının faydası olacağını söyledi.

Erken teşhis ve ilaçların düzenli kullanılması halinde glokomdan korkmak için hiç bir neden bulanmadığını vurgulayan Evren, ilaç tedavisinden yanıt alınmadığında cerrahi müdahaleye başvurulduğunu söyledi.

Evren, cerrahi müdahaleden sonra 5-10 yıl süreyle göz içi basıncının normal seviyede tutulabildiğini anlattı.

Görme kusurlarının giderilmesine yönelik lazer tedavisi görenlerin kornealarının incelmesinden dolayı göz tansiyonlarının düşük çıkabildiğini belirten Evren, bu kişilerin ileri yaşlardaki göz muayenelerinde bu durumu hekimlerine bildirmelerinin faydalı olacağını söyledi.

-ÇOCUKLARDA GÖZ TANSİYONU-

Göz tansiyonunun bebeklerde de görülebildiğini ifade eden Evren, normalden büyük göze sahip, sulanma ve ışığa bakamama sorunları olan bebeklerde göz tansiyonundan şüphelenilmesi gerektiğini bildirdi.

Evren, bu gibi rahatsızlıkların cerrahi müdahale gerektirdiğini kaydederek, göz tansiyonu olan ileri yaşlardaki çocuklarda ise teşhisin daha zor olduğunu söyledi. Evren, ''Ailede herhangi bir çocukta göz tansiyonu varsa, diğer çocuklar için de aynı risk söz konusu olabilir. Bu nedenle böyle aileler çocuklarını kontrol ettirmelidir'' dedi.

Haber Aktüel
〰〰〰〰🐠

Tuğra

Erciyes Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. İbrahim Peker, ''Cep telefonlarından yayılan mikrodalga ışınlar, tıpkı fırınlarda olduğu gibi beynimizi pişirmektedir'' dedi.

Peker, AA muhabirine yaptığı açıklamada, insanlığın yararına olabilecek birçok buluşun yan etkileri de olabileceğini belirterek, Türkiye'de yaklaşık 35-40 milyon aktif kullanıcısı bulunan iletişim çağının değişmez araçlarından biri olan cep telefonlarının, buna en iyi örnek olduğunu kaydetti.

Peker, cep telefonlarından yayılan elektromanyetik ışınımın tüm canlılar tarafından soğurulduğunu ve soğurulan bu enerjinin, hücre proteinlerinde bozulmalara, hücrelerde ısınmalara, ısınmalardan kaynaklı hücre değişikliklerine ve DNA tahribatına kadar birçok olumsuz etkiye yol açtığını belirterek, şöyle devam etti:

''Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı'nın cep telefonlarından ve baz istasyonlarından yayılan radyo dalgalarını içine alan elektromanyetik alanları, muhtemel kanserojen içeren 2-B grubuna alması ve İngiltere Radyolojik Koruma Kurulu'nun cep telefonlarının küçük çocuklarda tümör riski yarattığını açıklaması, bunların zararlı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Ayrıca, cep telefonlarının uzun vadede kalp rahatsızlıklarına, hafıza zayıflaması ve beyin tümörü riskine, kalıcı işitme bozukluklarına, embriyo gelişiminin zarar görmesine, kadınlarda düşük riskinin artmasına, bağışıklık sisteminin bozulmasına, yüksek tansiyona ve cilt kanseri gibi olumsuz sonuçlara sebep olabileceği düşünülmektedir.''

Cep telefonlarının konuşma sırasında karşıdan gelen sinyalleri alıp aynı zamanda karşı tarafa sinyal ilettiği için hem alıcı hem de verici olarak görev yaptığını vurgulayan Peker, konuşma olmasa bile cihaz sürekli sinyal alışverişi yapacağı için kullanıcıların sürekli elektromanyetik dalgaya maruz kaldıklarını anlattı.

Prof. Dr. Peker, özellikle elektromanyetik spektrumun mikrodalga bölgesinde ışın yayan cep telefonlarının, bu bağlamda da oldukça tehlikeli olduklarına dikkati çekerek, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Bilindiği gibi mikrodalgalar aynı zamanda fırınlarımızda ısıtma amaçlı da kullanılmaktadır. Cep telefonlarından yayılan mikrodalga ışınlar tıpkı fırınlarda olduğu gibi beynimizi pişirmektedir. Tüm bu olumsuz etkilerinden dolayı cep telefonlarını mümkün olabildiğince az ve kısa sürelerde kullanmak gereklidir. Ayrıca çocuklar ve hamile kadınlar cep telefonu kullanmamalı, kullanmaları gerektiğinde ise mutlaka kulaklık takmalılar. Uyunulan odada, özellikle de yatağın başucunda cep telefonu bulundurulmaması gereklidir.''

Prof. Dr. Peker, özellikle elektromanyetik spektrumun mikrodalga bölgesinde ışın yayan cep telefonlarının, bu bağlamda da oldukça tehlikeli olduklarına dikkati çekerek, sözlerini şöyle tamamladı:

''Bilindiği gibi mikrodalgalar aynı zamanda fırınlarımızda ısıtma amaçlı da kullanılmaktadır. Cep telefonlarından yayılan mikrodalga ışınlar tıpkı fırınlarda olduğu gibi beynimizi pişirmektedir. Tüm bu olumsuz etkilerinden dolayı cep telefonlarını mümkün olabildiğince az ve kısa sürelerde kullanmak gereklidir. Ayrıca çocuklar ve hamile kadınlar cep telefonu kullanmaları gerektiğinde mutlaka kulaklık takmalılar. Çünkü, telefon açılır açılmaz kulağa götürüldüğünde beyin yüzde 50 daha fazla enerji ile karşılaşır. Bu etkiyi azaltmak için kulaklık kullanılmasını öneriyoruz. Kulaklık yoksa da telefona açma düğmesine bastıktan birkaç saniye sonra cevap verilmelidir.''

AA
〰〰〰〰🐠

Tuğra


Ağrılarınızın nedeni çocukluğunuzda gizli olabilir. Bu ağrıları ilaç etkilemiyor.

Psikolojik kökenli ağrı ve sancıları hiçbir ilaç geçirmiyor. Nedeni kolay kolay bulunamayan bu ağrılar için Prof. Dr. Sedat Özkan, "Çocukluğa kadar bakılmalı. Öfke çok ağrıtır" diyor..

Son dönemde herkesin ortak derdi haline gelen psikolojik kökenli ağrılarla ilgili sorularımızı Tıp Fakültesi Liyazon Psikiyatri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Sedat Özkan yanıtladı.

* Psikolojik kökenli ağrılar diğerlerinden nasıl ayırt edilir?

Ağrı kelimesi; Latince ceza, intikam, işkence sözcüğünden türemedir. Psikolojik olarak ağrı çeken insanlar aslında psikolojik olarak haykırış içindedir. Bu ağrıyı çeken insanlar, 'Sıkıntılıyım, mutsuzum' demektedir. Çoğu zaman kendileri bile bunun farkında değildirler.

Kişi; duygusunu, öfkesini, ızdırabını, tepkisini ya da beklentisini beden dili ile ifade etmektedir. Sıkıntılarını dışa vuramayan kişiler bu ağrıları çeker. Kişi duygularını, iç çatışmasını, öfke ve beklentisini dile getiremez, bedenselleştirir. Söyleyemediklerinin acısını, ağrı olarak çeker. Bu ağrılar en fazla kırsal kesim kadınlarında görülür.

* Bir ağrının psikolojik olup olmadığını nasıl anlıyorsunuz?

Sinir sistemi içinde öyle bir ağrı mekanizması yoktur. Örneğin hasta, kolunun bir bölgesi yerine 'Kolum ağrıyor' der. Bunu bir doktor kolaylıkla anlayabilir. Ağrı yakınmasının çoğul olması, ağrıyı çeken kişinin durumunu anlatır. Her türlü ilacı kullandığı halde bir türlü ağrıdan kurtulamayan hastalar oluyor. Altı aydan fazla süren dirençli ağrıda fiziksel bulgular olmayabiliyor. Bu tip ağrının nedeni geleceğe dönük plan eksikliği, iletişimde beden dilini kullanamamaktan kaynaklanıyor.

BÜYÜK AİLELER DİKKAT!

* Kimler psikolojik olarak ağrı çeker?

Psikolojik ağrılar büyük ölçüde ailede öğrenilmiştir. Kişilik yapılarında, sadomazoistik örtülü özellikler vardır. Yaşam öyküsünde; 15 yaşından önce annebaba kaybı, geniş aileden gelme, ailede beden dilinin yaygın kullanılması gibi durumlar sıklıkla görülür. Bu insanlar yakınmalarını dramatize ederler. Ağrının ortaya çıkışı ile yaşamlarındaki olaylar ilintilidir. Bu tip kişilerin ailelerinde şiddet öyküsü daha yaygındır. Aile geleneği içinde, 'Sıkılıyorum, bunalıyorum, öfkeliyim' denmesi ayıp kabul edilmiştir.

SIKINTI VE STRES YAPAR

* Yaşadığımız kaygılar, korkular psikolojik ağrılara mı sebep oluyor?

Bedenimiz, on binlerce yıl öncesine göre pek değişmedi. Ancak beynimize gelen uyaranlar ve yeni psikolojik uyum zorlukları arttı.

Hastalar zorlayıcı yaşam olaylarının pek farkında değil ya da bu değişime karşı kendilerini ifade edemeyip, ağrı çekiyor. Sıkıntı, stres onlarda ağrı olarak baş gösterebiliyor. Gerginlik baş ağrısı, migren, peptik ülser ağrısı, eklem ağrısı, barsak ağrıları gibi sendromlarda bu tür psikofizyolojik süreçler görülüyor. Ağrılar aslında sözsüz bir anlam taşıyor. Aynı zamanda gücü temsil ediyor. Ağrı ve cinsellik arasında da bir ilişki bulunuyor.

Ağrıyı en çok onlar çekiyor!

* Ailesinde depresyon ve alkolizmle savaşanlar
* Eşinden kötü muamele görenler
* Yakın çevresinde özürlü kişiler olanlar
* Yakın çevresinde kronik ağrıları olanlar

Haber Aktüel
〰〰〰〰🐠

Tuğra

Yeşil çay, diş ve dişetlerinin sağlıklı olmasını sağlıyor.



Uzmanlar, düzenli yeşil çay tüketiminin diş ve dişetlerinin sağlıklı olmasını sağladıklarını söylüyor.

Newkarela isimli web sitesinde yer alan habere göre, çalışmada 940 erkeğin dişeti sağlığı analiz edildi ve düzenli olarak yeşil çay içen erkeklerin dişetleri daha az içenlere oranla daha sağlıklı olduğu tespit edildi.

Amerikan Periodontoloji Akademisi'nin resmi yayını olan Periodontoloji dergisinde yayınlanan çalışmanın yazarlarından biri olan ve Japonya'daki Kyushu Üniversitesi'nde görevli Dr. Yoshihiro Shimazaki, "Yeşil çayın sağlığa yararı uzun süre zihinlerde tartıldı. Meslektaşlarımla beraber yeşil çay tüketiminin dişeti sağlığı üzerindeki etkisini araştırdık. Özellikle dişeti sağlığı ile genel sağlık arasındaki bağlantı üzerinde etkisini dikkate aldık" dedi.

Yeşil çayın içerisindeki katesin maddesi ağızdaki bakterilerin yok olmasına yardımcı oluyor.

Dişeti hastalığı, dişetlerini ve dişlerin kemik desteğini etkileyen kronik inflamatuvar hastalıktır ve diyabet, kalp ve damar hastalıkları gibi diğer hastalıkların ilerlemesiyle bağlantılıdır.

Texas Üniversitesi Sağlık Bilimi Merkezi'nden Dr. David Cochran, "Peridondistler sağlıklı dişetlerinin sağlıklı bir vücuda sahip olmada çok önemli olduğuna inanıyorlar. Dişeti sağlığını desteklemek için düzenli yeşil çay içilmesi gibi basit yollar bulmak çok önemli. Dişeti sağlığının genel sağlığa yararları da zaten biliniyordu" diye konuştu.

ZAMAN
〰〰〰〰🐠

İsra

Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar kalori miktarının azaltılmasının hayvanlardaki bilişsel işlevleri artırdığını gösteriyor. Peki daha düşük kalorili beslenmenin hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da aynı sonucu vermesi olası mı?

Bilim Teknik dergisindeki habere göre The Proceedings of the National Academy ofSc/ences'ta yeni yayımlanan bir çalışmada kalori kısıtlamasının insanlardaki yaşa bağlı zihin geriliğini önlediği ileri sürülüyor.

Küçük çaptaki bu çalışma yaş ortalaması 60 olan, normal kiloludan aşırı kiloluya 50 kadın ve erkekten oluşan bir grup üçe bölünerek gerçekleştirildi. Almanya'daki Münster Üniversitesi'nde nörolog olarak görev yapan ve aynı zamanda çalışmadaki araştırmacılardan biri olan Agnes Flöel, gruplardan birinin normal olarak beslenmesine devam ettiğini, yalnızca aldığı kalori miktarını yüzde 30 azalttığını belirtti, ikinci grup tükettiği kalori miktarını aynı tuttu ancak tükettiği doymamış yağ (sağlıklı yağ) oranını yüzde 20 oranında artırdı. Üçüncü grupsa diyetinde herhangi bir değişiklik yapmadı.

Flöel, üç ay boyunca süren çalışmaya katılanların diyet programlarının diyetisyenler tarafından hazırlandığını ancak deneklerin beslenmelerini kendilerinin takip ettiğini belirti.

Çalışmanın başında ve sonunda kelime ezberleme de dahil olmak üzere çeşitli testlere tabi tutulan katılımcılardan kalori kısıtlaması yapan grubun hafıza performansı yüzde 20 artış gösterdi. Diğer gruplarda ise belirgin bir değişiklik görülmedi.

The National Institutes of Aging'de (Ulusal Yaşlanma Enstitüsü) sinir sistemi uzmanı olan ve çalışmaya katılmayan Mark Mattson, kalori kısıtlamasının hafızayı güçlendirdiğini göstermesinin yanı sıra çalışmanın, hayvanlarda açığa çıkarılan aynı temel mekanizmaların insanlarda da iş başında olduğunu ortaya koyduğunu belirtiyor. Araştırmacılar kalori alımını azaltan bireylerin kanlarındaki insülin seviyelerinde ve olası bir iltihaba işaret eden C-reaktif protein gibi çeşitli metabolik sağlık göstergelerinde de iyileşme olduğunu belirlediler. Asında bilişsel test puanlarındaki artış, düşük insülin seviyeleri ile korelasyon göstermekteydi. Hayvan çalışmalarında, yüksek insülin seviyeleri ve düşük dereceli iltihabın -ki bunlar fazla kilonun ve yüksek kalori tüketiminin sonuçlarıdır- bilişsel işleve engel olduğu gösterildi. Mattson, farelerde kalori sınırlamasının, beyinde, BDNF olarak adlandırılan ve hafızada anahtar rol oynayan bir molekülü artırdığını belirtti. Farelerde kalori kısıtlamasıyla birlikte yapılacak düzenli egzersiz de farelerdeki yeni beyin hücrelerinin gelişimini destekliyor. Flöel, bu gibi bulguların insanlarda da gözlenebileceğini öne sürüyor.

Bununla birlikte Mattson, ileri yaştaki yetişkinlerin besin eksiklikleri bakımından yüksek risk altında olduğu ve aldıkları kalori miktarını çok şiddetli bir biçimde azaltmaları durumunda potansiyel yarardan daha baskın olan sağlık problemleri ile karşı karşıya kalabilecekleri konusunda bizi uyarıyor. Mattson "Kalori kısıtlamasından herkes yarar görmeyebilir. Fakat zaten ihtiyacından daha fazla tüketenlerin ve az da olsa fazla kilosu olanların aldıkları kalorileri azaltmaları için artık bir nedenleri daha var" diyor.



Tuğra

Fazlası ölüme götürüyor. Dağ gülü"nden elde edilen bal, halk arasında ''deli bal'' olarak adlandırılıyor.



Özellikle Karadeniz Bölgesi'nde doğal olarak yetişen 'dağ gülü'nden elde edilen ve tarihte kimyasal silah olarak da kullanıldığı bilinen 'deli bal'ın 1 çay kaşığından fazla yenilmesi zehirlenmeye neden olabilir.

Şifa kaynağı olarak kullanılan balın özellikleri yapıldığı bitkiye göre değişiyor. Türkiye'de Karadeniz bölgesinde bin 800 metre yükseklikteki ormanlık alanlarda yetişen, literatürdeki adı 'rhododendron pontica'' olan ve halk arasında ''dağ gülü'' olarak bilinen bitkinin pembe renkli çiçekleri arılar bal yapmak için kullanıyor. "Dağ gülü"nden elde edilen bal, halk arasında ''deli bal'' olarak adlandırılıyor.

Uludağ Üniversitesi Zehir Danışma Merkezi Sorumlusu Prof. Dr. Gürayten Özyurt, ''deli bal''ın alternatif tıpta mide ağrılarında, bağırsak hastalıklarında, şeker hastalığında ve hipertansiyon tedavisinde kullanıldığını dile getirerek, ''dağ gülü''nün yapısında bulunan, iskelet ve kalp kası hücrelerinde, merkezi sinir sistemini etkileyen ''grayanotoksin'' adlı maddenin, bu çiçekten yapılan balın içinde de olduğunu vurguladı. Bu çiçekten elde edilen balın zehirli olduğunu anlatan Özyurt, şunları söyledi:

ZEHİR DOĞRUDAN KALBİ ETKİLİYOR

''Grayanotoksinin 'deli bal hastalığı' denilen rahatsızlıklara neden olduğu bilinmektedir. Bu balın 1 çay kaşığından fazla yenilmesinin zehirlenmelere neden olduğu da bir gerçektir. Bu zehirlenme, bal yendikten birkaç dakika veya saat sonra ortaya çıkmaktadır. Tükürük artışı, kan basıncında ve nabızda belirgin düşüşe neden olmaktadır. Grayanotoksin, direkt kalbe etki eden bir zehirdir. Şuur kayıplarına, kaslarda gevşemelere neden olmaktadır. Kişide, çok şiddetli bir tansiyon düşmesi olursa, ölüme kadar varabilen sonuçlar doğurabilir. Yaşlılarda, çocuklarda normal insanlara göre daha tehlikeli olabiliyor. ''

SİLAH OLARAK KULLANILMIŞ

Prof. Dr. Özyurt, ''deli bal''ın tarihte silah olarak kullanıldığına ilişkin veriler bulunduğuna işaret etti. Tarihi belgelerde, Milattan Önce 401 yılında Karadeniz yakınlarında kamp yapan 10 bin Yunan askerin bölge halkı tarafından deli balla zehirlendiklerine ilişkin bilgilerin yer aldığına dikkati çeken Özyurt, MÖ 67 yılında Pontus kralı Mitridat'a karşı gelen Pompey'in ordularının da aynı bölgede kamp kurduklarında, bu bölgedeki petek ballarını yiyerek zehirlendikleri ve kolayca esir düştüklerinin anlatıldığını söyledi. Özyurt, ''Tarihte düşmanları etkisiz hale getirmek için kullanılan ilk biyolojik silah olan bu bal tüketilirken çok dikkatli olunmalı'' dedi.

ZEHİRLENMENİN DERECESİ YENİLEN MİKTARLA İLİŞKİLİ

Deli baldan kaynaklanan zehirlenmenin boyutunun, yenilen miktarla ilgili olduğunu anlatan Özyurt, ''Grayanatoksin''in yoğunluğunun baldan bala değişebileceği gibi, zehirlenme belirtilerinin de kişiden kişiye değişebildiğini bildirdi. Özyurt, Türkiye'nin her yerinde ''deli bal'' zehirlenmelerine rastlanabildiğini belirterek, şöyle devam etti:

''Doğal gıda ve bal tüketiminin her geçen gün daha arttığı, turizm hareketlerinin hız kazandığı günümüzde, deli bal olgularının hem ülkemizde hem de yurt dışında daha sık rastlanacağı düşünülebilir. Açıklanamayan hipertansiyon, nabız düşüklüğü gibi şikayetlerle hastanelere başvuran kişilerde, deli bal zehirlenmesini hatırlamak gerekir.''

İnternet Haber

〰〰〰〰🐠

Tuğra

Yaşlanmayla birlikte belirgin değişiklikler olur. Yaşlanmanın ilk belirtisi ise...

İnsan vücudunda yaşlanmayla birlikte belirgin değişiklikler olur. Görme ve işitme kayıpları olur, vücuttaki yağ oranı artar, su miktarı azalır.

Her organizma birçok değişikliğe uğrayarak yaşlanır. Bilim adamları insanların neden yaşlandığı konusunda çeşitli teoriler geliştirdi, ancak bunların hiçbiri tam kanıtlanamadı ve herhangi biri yaşlanmanın tek başına sebebi olacak gibi görünmüyor.

Bazı teoriler daha akla yatkın gelmekte. Örneğin programlı yaşlanma teorisinde bir türün yaşlanma hızı o türün genleriyle önceden belirlenir. Genler hücrelerin ne kadar yaşayacaklarını belirler. Serbest radikal teorisinde ise hücrelerin kimyasal reaksiyonların yol açtığı zararın birikmesi nedeniyle yaşamlarını bir zaman sonunda artık sürdüremezler.

Bu kimyasal reaksiyonlar sırasında serbest radikaller adı verilen toksinler üretilir. Yaşla beraber hücreler normal işlevlerini yitirinceye veya ölünceye kadar gittikçe daha fazla hasar oluşur. Sıklıkla bahsettiğimiz antioksidanlar da bu serbest radikallerle savaşıp, onların hücre seviyesindeki zararlı etkilerini ortadan kaldırmaya çalışan maddelerdir.

Vücuttaki değişiklikler

İnsan vücudunda yaşlanmayla beraber belirgin değişiklikler oluşur. Yaşlanmanın ilk belirtisi gözün yakındaki nesnelere kolayca odaklanamamasıdır, yani okuma zorluğu denen durum. 40 yaş civarında gözlük kullanmadan okuma zorlaşır.

İşitme duyusu da yaşla beraber değişikliğe uğrar. Yaşlandıkça en tiz sesleri duyma becerisinde azalma olabilir. Dolayısıyla yaşlılar keman sesinin yaşlılıkta kendilerine gençken olduğundan daha az heyecan verdiğini fark ederler. Ayrıca k, t, p, s ve ç gibi harfler yüksek tonda olduğundan, yaşlı insanlar karşılarında konuşan kişinin lafı ağzında gevelediğini zannedebilirler.

Çoğu insanda vücuttaki yağ oranı yaşlandıkça yüzde 30'dan fazla artar. Yağın dağılımı da değişir: Derinin altındaki yağ miktarı azalır, karındaki artar. Dolayısıyla, deri incelir, buruşur, daha dayanıksız duruma gelir, yüzden başlayarak kırışıklıklar ortaya çıkar ve artar.

Yaş ilerledikçe elin sırt kısmının görüntüsü değişir. “Yaşlılık yavaş yavaş kurumaktır” diyen eski doktorlar da haksız sayılmaz, çünkü yaşlanmayla vücuttaki su miktarı da azalır.

İç organların fonksiyonu genel olarak 30 yaşından önce maksimuma ulaşır ve bundan sonra yavaş yavaş fakat sabit bir hızla gerilemeye başlar. Ancak bu gerilemeyle bile çoğu işlev, yaşamı idame ettirmek için yeterlidir. Çünkü organların çoğu bedenin gereksinim duyduğundan çok daha fazla kapasiteye sahiptir. Örneğin karaciğerin yarısı hasara uğrasa bile geri kalan doku normal işlevleri sürdürmek için yeterlidir.

Damarlardaki kan miktarı azalır

Bedende yaşla beraber görülen değişikliklere bazı örnekler:

- Böbreklere, karaciğere, beyine ve ince damarlara giden kan miktarı azalır.

- Böbreklerin toksin ve ilaçları atma
becerisi azalır.

- Karaciğerin zehirli maddeleri uzaklaştırma ve ilaçları işleme becerisi azalır

- Nabız hızı ayarlama mekanizmalarında değişiklikler olur.

- Kalpten çıkan maksimum kan miktarı azalır.

-Glukoz toleransı azalır.

- Akciğerin hava dolaşım kapasitesi azalır.

- Akciğerlerde dışarı hava verildikten sonra kalan hava miktarı artar.

- Hücrelerin enfeksiyonla ve yangı (inflamasyon) ile
savaşma becerisi azalır.

Sağlıklı bir yaşam yaşlanmayı geciktirir

İleri yaşta işlev kaybı normal yaşlanmadan çok, hastalıktan kaynaklanır. Bu durumda yaşla birlikte insanlar ilaçların, çevresel değişikliklerin, toksinlerin, enfeksiyonların zararlı etkilerine açık olurlar.

Artık modern tıp tarafından kabul edilen son araştırmalara göre sağlıksız bir yaşam sürmek tüm bu olanları elle tutulur şekilde hızlandırmakta, serbest radikal yapımını da artırmakta.

Hareketsiz bir yaşam, kötü ve bilinçsiz beslenme, özellikle bel çevresini genişleten fazla kilolar, sigara ve alkol kullanımı, madde bağımlılığı, stres içinde bir yaşam, olaylara pozitif bakamamak hatta gülmeyi, sevmeyi dahi unutmak zaman içinde birçok organa yalnızca yaşlanmadan daha fazla zarar verir.

Genetik yapımız yeterince iyi olmasa bile bu değişikliklerin birçoğu, daha sağlıklı bir yaşam tarzının benimsenmesiyle önlenebilir veya en azından gelişmeleri yavaşlatılıp, oluşmaları çok ileri yıllara atılabilir.

Bir örnek vermek gerekirse, hangi yaşta olursa olsun sigaranın bırakılması akciğerlerin işlevini iyileştirir ve akciğer kanseri gelişme riskini azaltır.

Dr. Hasan İnsel / Milliyet
〰〰〰〰🐠

Tuğra

Uzmanlara göre, nefes alma zorluğu ya da hava açlığı olarak bilinen nefes darlığının, oluş saati ve şekli, hastalık teşhisinde büyük önem taşıyor.

Astım, kalp yetmezliği, akciğer kanseri ve bronşit gibi pek çok hastalığın belirtisi olabiliyor.

Uzmanlara göre, nefes alma zorluğu ya da hava açlığı olarak bilinen nefes darlığının, oluş saati ve şekli, hastalık teşhisinde büyük önem taşıyor.

Uzm. Dr. Ahmet Özkul, nefes darlığının ani ya da süreğen olması, günün hangi saatinde olduğu, istirahat veya eforla ilgisi, yatarken mi, yoksa otururken mi olduğunun, hastalık teşhisinde önemine dikkat çekti.

Nefes alırken zorlanmak ile nefes verirken zorlanmak arasında pek fark yokmuş gibi görünmesine karşın arasında fark olduğunu belirten Özkul, "Üst solunum yolu hastalıklarında nefes almada problem varken, astım ve müzmin bronşitte soluğu vermede zorluk vardır. Özellikle gece gelen nefes darlıkları hastayı uykudan uyandırır.

Arkasında astım ve ya kalp yetmezliği bulunabilir. Nefes darlığı bazı hastalıklarda dikkatle takip edilmesi gerekiyor. Böbrek ve şeker hastalığı olanlarda ani başlayan nefes darlıkları çok önemlidir, acil durum gösterir ve hemen doktora başvurmalıdırlar. Hasta, gece yatarken hasta eşi tarafından 'nefes almıyor' diye uyandırılıyor ise arkasında uyku apne sendromu yatıyor olabilir." diye konuştu.

Gebelikte belirli aylarda nefes darlığı hissedilebildiğini anlatan Uzm. Dr. Ahmet Özkul, burada problemin akciğerden çok gebeliğe bağlı ve geçici olduğunu kaydetti.

Gebe olan bir kişinin, çoğunlukla sık nefes alarak solunum sıkıntısını ortadan kaldırmaya çalıştığını vurgulayan Özkul, "Astım ve kronik akciğer hastalığı tanısı var ise, hava yollarının iltihabı veya spazmını azaltan ilaçların yanı sıra oksijenle tedavi gerekebilir. Kalp yetmezliği tanısı konulmuşsa, ilaçlı tedaviye başlanması gerekir. Herhangi bir enfeksiyon varsa da antibiyotikler alınması gerekiyor." şeklinde konuştu.

Özkul, nefes darlığından kurtulmak için şunları tavsiye etti: "Sigarayı bırakın, allerjenler, toz ve toksit maddelerle temastan kaçının. Günlük aktivitelerinizde nefes darlığı çekiyorsanız molalar vererek dinlenin. Havalandırılmış ve açık ortamlarda vakit geçirmeye çalışın. Fazla kilolarınızı vermeye ve ağır yemekler yememeye özen gösterin. Ani başlayan ve uzun süren nefes darlıklarında doktorunuza başvurun. Solunum, kulak-burun-boğaz, kalp vb. hastalıklarınızın takip ve tedavilerini özenle yaptırın. Koşullarınıza uygun bir spor yapma alışkanlığı edinin."

Cihan
〰〰〰〰🐠